Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel ile Haftaya Bakış (221): Sinan Ateş Dâvâsı’ndan öğrendiklerimiz - Demiral’ın “bozkurt” sevinci - Esad ile normalleşme

05.07.2024 medyascope.tv

5 Temmuz 2024’te medyascope.tv'de yaptığımız Haftaya Bakış’ı yayına Tania Taşçıoğlu Baykal hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Yine Kemal Can ve Kadri Gürsel’le haftanın olaylarını konuşacağız. Arkadaşlar, merhaba.
Kemal Can: Merhaba. 
Kadri Gürsel: Merhabalar. 

Ruşen Çakır: Bu hafta çok ama çok yoğun bir hafta, öyle böyle değil. Sürekli bir şeyler oldu. Meselâ beş gün boyunca süren Sinan Ateş Dâvâsı, Kayseri’de yaşananlar, Suriye’de yaşananlar, bir de Almanya’da yaşananlar. Önce Almanya’da yaşananlarla başlayalım. Dün gece Alman Bild gazetesi, Merih Demiral’ın iki maç men cezâsı aldığına dâir bir haber geçti. Türkiye Futbol Federasyonu haberi yalanlandı. Sonra UEFA cezâyı açıkladı. Merih Demiral Hollanda maçında oynamayacak. Peş peşe açıklamalar geliyor, protestolar geliyor, îtirazlar geliyor. Ama UEFA cezâyı verdi ve Türkiye çeyrek finale sorunlu bir şekilde girdi.
İçeride de şöyle bir şey var. Sinan Ateş Dâvâsı ile gözler ülkücü harekete, MHP’ye çevrilmişken, birdenbire bu bozkurt işâretiyle, ülkücü hareket ve MHP çevresi birdenbire pozitif bir hâle geldi. Kendilerinden olmayan çok kişinin de destek verdiği bir durum oldu ve olay iyice karıştı. Ben maçı büyük bir heyecanla seyrettim. Çok da hoşuma gitti. İyi maçtı. Ama sonra o bozkurt işâretini görünce kişisel olarak içimde bir şeyler kırıldı. Bütün o heyecâna, sevince ciddî bir gölge düşürdüler. Bunu yapan Merih Demiral ne kadar politize birisidir bilmiyorum. Bozkurt işâreti ona çok kolay da gelmiş olabilir ya da gerçekten kendini ülkücü olarak tanımlayan birisi de olabilir. Tanıl’ın (Bora) bize verdiği bir görüş var, gördünüz mü bilmiyorum: “Ben milliyetçi olsaydım buna üzülürdüm” diyor. Gerçekten birçok insanın birdenbire Millî Takım’a bakışını sorgulatan ya da mesâfe koyduran bir şey oldu. Bir kere daha gördük ki bu olay çok kolay politize ediliyor, üzerinde tepiniyorlar. Cezâ gelince de, klasik söylem, “Batı bize düşman. Bizi sâhada yenemiyorlar, masada yenmeye çalışıyorlar” muhabbeti var.
Kemal Can: Ruşen, Medyascope Spor da galiba o kanaatte. 

Ruşen Çakır: Onu şimdi arkadaşlar gösterdi. Ona bakıyoruz. Cezâ verilip verilmemesi ayrı bir tartışma konusu. Cezâyı hak ediyor muydu hak etmiyor muydu, o apayrı bir tartışma konusu. Sonuçta o tüm Türkiye’yi temsil etmiyor. Bu iş “Bozkurt Türklerin bilmem neyiymiş, şuymuş, buymuş” muhabbetiyle açıklanacak bir şey değil. Cezâ verip vermemeleri ayrı bir tartışma konusu. Sonuç olarak bu beni temsil etmiyor. Ben hayâtımda hiçbir zaman bozkurt işâreti vermedim, vermeyeceğim. Verenlere de, “Aa, ne güzel, işâret yapıyor” demiyorum. Bu kadar açık. O zaman bu Millî Takım ne olacak? Böyle acâyip bir durum var. Ne diyorsun Kadri?
Kadri Gürsel: Nereden başlasam? Türk Millî Takımı UEFA Şampiyonası’na, Avrupa Şampiyonası’na gidiyor. Aklı başında, profesyonel, ciddî bir federasyon, Millî Takım oyuncularının gittikleri yerde ülkelerine zarar vermelerini önlemek için kitapçık ya da bir seminer hâlinde çeşitli davranış kurallarını, âdap ve muâşeret kurallarını onlara anlatır. Bu her yerde böyledir. Bütün ciddî devletler bunu yapar. Eğer sizin kültürünüze yabancı bir toprağa ayak basıyorsanız, ciddî bir devlet, o delegasyona etiket kitapçığı dağıtır. Orada, ilişkilere zarar vermemek için, devlete zarar vermemek için, ülkeye zarar vermemek için neler yapmamaları gerektiği açıkça yazar. Ben Türkiye Futbol Federasyonu’nun bugünkü yönetiminden böyle bir şey beklemiyorum elbette. Bu fazlaca akılcı olurdu; onların böyle bir şey yapmaları… Bu seviyede değiller. Bu akıllarına bile gelmemiştir eminim. Netîcede eldeki insan malzemesi belli. Profesyonel futbolculardan oluşan bir heyetle gidiyoruz oraya. Teknik heyet, yardımcılar, şunlar bunlar… Bunu Olimpiyatlar gibi düşünmek lâzım. Olimpiyatlara katılan Türk millî sporcu kafilesinin uyması gereken davranış kuralları neyse, orada da futbolcuların uyması gereken davranış kuralları var. Bulunduğunuz ülkede hassâsiyetler oluşmuştur. UEFA’nın hassasiyetleri vardır veya UEFA’nın üzerinde çok etkili olan ülkelerin hassâsiyetleri vardır. Böyle bir şey hiç yapılmamış ya da yapılmış olsa da bilmiyoruz. Yapılmışsa da Merih Demiral adlı futbolcumuz buna pek iknâ olmamış, kafaya takmamış ya da unutmuş.
O zaman, yaptığı davranışı nitelendirmek lâzım. Gol attıktan sonra bozkurt işâreti yapmasının adını koymak lâzım. Hiç de imtinâ etmiyorum, bu sözcükleri de seçerek kullanıyorum. Bir: Fevkalâde câhilce bir davranış. İki: Akıllıca olmayan bir davranış, dolayısıyla profesyonelliğe hiç uymayan bir davranış. Bir millî maçta üstünde Millî Takım formasını taşıyorsan, onun kuralları vardır. Millî Takım’ın sembolü, Merih Demiral’ın göğsünde taşıdığı ay yıldızdır; başka bir sembole ihtiyaç yok. Başka bir sembolü kullandığı zaman bunun savunulacak bir tarafı yok. Bir de millî marşımız ve maç günü o stadda gönderde olan Türk bayrağı vardır. Bu kadar. Eğer bizden Millî Takım’ın arkasında tüm millet olarak durmamız isteniyorsa, işte sembollerimiz belli: Millî forma, İstiklâl Marşı ve bayrak. Bu kadar. Buna bir dördüncüyü eklemek, “Ben öyle sevinmiyorum böyle seviniyorum” demek, siyâsî âidiyet, siyâsî kimlik belirten birtakım jestler, semboller ortaya koymak, bunları yapmak, bence doğrudan hem profesyonelliğe aykırı hem de Millî Takım’ın ve ülkenin menfaatlerine zarar veren bir davranış. Nitekim, öğrendiğimiz kadarıyla Merih Demiral iki maç cezâlı ve Hollanda maçında oynayamayacak. Takımını yalnız bıraktı. Hollanda gibi güçlü bir takım karşısında takımını yalnız bırakmış oluyor.
Peki, UEFA’nın hiç mi suçu yok? Velev ki UEFA Türkiye’ye karşı tarafgir hareket etti. UEFA belki bu cezâyı erteleyebilirdi, belki iki maç yerine tehir edebilirdi, bu kadar hızlı hareket etmeyebilirdi, şunu yapardı, bunu yapardı. Ama siz bütün bunları göz önüne alacaksınız, öyle hareket edeceksiniz. Gittiğiniz ülke Almanya ve siz Avusturya ile maç yapıyorsunuz. Sâdece Almanya’da ve Avusturya’da değil, Fransa’da ve diğer pek çok ülkede, özellikle kendi târihlerinde çok büyük acılara neden olmuş, çok büyük yıkımlara neden olmuş ekstremist akımların, faşistlerin, Neonazilerin Nazizm ile ilgili bütün sembolleri yasaktır. Ama bir de buna yenilerini ekleme eğilimleri var. Misal, maç yaptığımız Avusturya’da 2018’de bir yasa geçti parlamentodan ve bu yasallaştı: Ülkede radikalleşmeye neden olan, kutuplaşmaya neden olan, terör çağrıştıran, siyâsal şiddet çağrıştıran bâzı siyâsî hareketlerin sembollerinin kullanımı yasaklandı. 2019’un başında bu yasak devreye girdi Avusturya’da. Buna bozkurt selâmı da dâhil edildi. Avusturya’da –rakibimiz Avusturya olduğu için oradan örnek veriyorum– bozkurt selâmının dışında, IŞİD, El Kaide, PKK, Hamas, Müslüman Kardeşler, Lübnan’daki Hizbullah'ın askeri kanadı ve Hırvat Ustaše Hareketi’nin sembolleri yasaklandı. Bunları yaptığın zaman, ilkinde 4 bin Euro cezâ ödüyorsun veya bir ay hapiste yatıyorsun. Tekrar ettiğin zaman 10 bin Euro ödüyorsun veya 6 hafta hapiste yatıyorsun. Durum bu.
Almanya’da da böyle bir teşebbüs oldu. Yanlışım varsa bakacağım; parlamentoda karar tasarısında buna benzer bir şey geçti ama uygulamaya konmadı diye biliyorum. Neden uygulamaya konmadı? O da sanıyorum öncelikle Türkiye’nin tepkisinden dolayı. Fakat böyle bir hassâsiyet var. Hattâ ben biraz araştırdım konuyu. Bu bozkurt işâretinin aynısı Almanya’da, öğretmenlerin ilkokullarda ya da yuvalarda, çocuklara, “Sus! Kapa çeneni! Gürültü yapma!” tarzında bir uyarıda bulunduklarında kullandıkları işâretmiş. Şimdi artık az kullanılır olmuş. Yani “Sus! Kapa çeneni! Gürültü yapma! Sesini kes!” işâreti, bozkurt işâretinin aynısı. Böyle bir ülkeye gittiğiniz zaman, Türkiye’nin millî sembolleri dışında başka bir siyâsî sembolle çıktığınızda, bunun sonuçları siyâsî olabiliyor. Bunu da öngörmek lâzım. Merih Demiral bu hareketi yapmış olmasından dolayı pişman mıdır, değil midir? Bence pişman olması gerekiyor.
Ama şuna da bakmak lâzım: Deniyor ki “Bu bozkurt işâreti, Türklerin 1000 yıllık sembolüdür”. Âmennâ. 1000 yıldan daha da eski olabilir. Netîcede, Ergenekon’da mahsur kalmış olan Türk kavmine bir dişi kurt yol gösteriyor, o dişi kurdun önderliğinde yolu bulup çıkıyorlar. Aslında bozkurt, bir bakıma özgürlük sembolü. Fakat bu baş parmakla orta parmak ve yüzük parmağının birleştirilerek, serçe parmağıyla işâret parmağının havaya dikilmesiyle yapılan işâret bin yıllık bir sembol değil. İkiniz de bilirsiniz; hepimiz 70’li ve 80’li yılların birinci elden tanığıyız. Ne MHP ne Ülkü Ocakları’nın mensupları, yürüyüşlerinde böyle bir işâret yapmazlardı. Bu hareket ilk kez 90’lı yılların başında Alpaslan Türkeş’in yaptığı bir hareketti ve ondan sonra MHP’nin sembol hareketi oldu, öyle kabul edildi.
Burada ilginç bir şey var, konuyu güncele getireceğim. Şubat 2019’da Avusturya’daki bu yasak karârı yürürlüğe girdiğinde, bizim Dışişleri bir açıklama yayınlayarak bu gelişmeyi protesto etti. O açıklamada şöyle diyor Dışişleri: “Avusturya İçişleri Bakanlığı’nca alınan yasa doğrultusunda, 11 Şubat 2019 târihinde yayınlanan yönetmelikle -bakın, burası tâyin edici önemde- ülkemizde yasal bir siyâsî partinin sembolü olan bozkurt işâretinin PKK gibi eli kanlı bir terör örgütünün sembolüyle aynı listede yer alması tam bir skandaldır. Popülizmin ulaştığı noktayı göstermesi açısından da düşündürücüdür.” Tamam, bu onun görüşü. Fakat böylece Türk Dışişleri Bakanlığı 2019’un Şubat’ında yaptığı açıklamayla, bozkurt işâretinin Türklerin millî sembolü olmadığını –bakın ’Bozkurt'un demiyorum, “bozkurt işâretinin” diyorum– legal bir siyâsî partinin sembolü olduğunu, Avusturya’ya yaptığı açıklamada teyit etmiş oluyor. Ayrıca Bozkurt bizim sembolümüzdür, âmennâ, ama bozkurt işâretinin Türklüğün sembolü olarak mı anlaşılması gerekiyor? Ümit Özdağ’a bakarsanız öyle gibi. Bir özdeşlik kuruluyor. Burada târif etmem uzun sürüyor, öyle bir görüntü vermek istemiyorum ama, Türk mitolojisindeki Bozkurt’la, bu baş parmak, orta parmak ve yüzük parmağının birleştirilerek baş ve serçe parmağı havaya kaldırılmasıyla yapılan işâret aynı şey değil. Bu aynı şey değil, hiç alâkası yok. O zaman taş yerine oturuyor.
Fakat bâzılarının kafasında maalesef bu taşlar yerine oturmuş değil. Niye değil? Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Şanghay İşbirliği Örgütü toplantısı için Astana’ya gitmişti yanılmıyorsam. Oradan dönerken kendisine, Merih Demiral’ın çeyrek final maçında yaptığı bozkurt işâretine ilişkin değerlendirmesi soruluyor. Erdoğan diyor ki: “Kimse Almanların formalarında kartal var diyor mu? Kimse kalkıp da Fransızların formasında horoz var, niye horozlanıyorsun diyor mu? Orada Merih heyecanını bu görüntüyle verdi. Bunun üzerine Dışişleri Bakanlığı yetkililerini çağırdılar. Gerekli adımlar da buna göre atılıyor” diyor. Alman formasındaki kartal zâten Almanya’nın resmî sembolü. Kartal bütün armalarda kartaldır. Fransızların resmi sembolü de horoz. Millî formasında var. Bizim de millî formamızda ay yıldız var, bozkurt yok. O zaman bozkurt yapın, bozkurt koyun. O zaman bu işâretin yapılmasını mecbur kılın. Böyle şey olur mu? Merih Demiral’ın yapmış olduğu fevkalâde vahim, profesyonelliğe hiç yakışmayan, aynı zamanda yaptığı işin sonuçların nereye varacağını öngörmediği için câhilce, farkındalık bilincinden tamâmen yoksun, aptalca bir hareketin bu kadar sâhiplenilmesi, ancak ve ancak UEFA’nın gösterdiği reaksiyonun doğurduğu tepkiyle açıklanır. Ama UEFA’nın gösterdiği reaksiyona verilecek tepki de bu değil. Burada daha sorumlu, gerçekten daha sağduyulu ve teennîyle hareket edilmesi gerekiyordu. Teennî, eskiden Dışişleri açıklamalarında çok görülen bir ifâdeydi, Türkiye’nin diplomasi davranışından tamâmen çıktı gitti, unutuldu. Önemli olan, bir oyuncumuzun cezâ görmesinin önlenmesiydi, ya da bu davranışın diğer oyunculara kötü örnek olmamasıydı. 

Ruşen Çakır: Benzer olaylarda çok oluyor bu. Meşhur beka söyleminden hareket eden, “Batı bize karşı” olayının malzemesi olarak gördüler ve oradan yürüdüler. 
Kadri Gürsel: Batı bize karşıysa, katılma UEFA Şampiyonası’na. Batı’nın şöyle bir problemi var: Batı’da, Fransa’da, Almanya’da, Avusturya’da, Hollanda’da, özellikle Müslüman ülkelerden göçmen alan pek çok ülkede hem yabancı düşmanlığı var hem ırkçılık var. Evet, doğru. Bunu tel’in ediyoruz, kınıyoruz. Fakat onlarda da bir tehdit algısı var. Bakın demin saydım bu örgütleri. Hırvatların Ustaše örgütüne de koyuyor. Dışişleri diyor ki: “Sen nasıl terör örgütü PKK ile MHP’nin bozkurt işâretini aynı yasak manzûmesinde bir arada görürsün ve yasaklarsın? Böyle bir mukayese yapılamaz” diyor. Bugün UEFA’ya verilen tepkinin, ülkenin çıkarlarına çok hizmet ettiği kanaatinde değilim açıkçası. “Bozkurt işâreti Türklerin millî işâretidir” diye bir sâhiplenme, doğrusu durumu pek hafifletmiyor. Bunun hiç yapılmaması gerekiyordu. 

Ruşen Çakır:
Kemal, seninle devam edelim. 
Kadri Gürsel: Benim internetimde bir problem oldu, onu değiştireyim.

Ruşen Çakır: Tamam, biz Kemal’le devam ediyoruz. Sen o arada hallet.
Kemal Can: Ben işin başka bir tarafına değinmek istiyorum. “Merih bunu bilerek mi yaptı bilmeyerek mi yaptı?” kısmı tartışılabilir. Spekülasyona da çok açık. Kendisi, “Ben bunu öyle bir politik gönderme ile yapmadım” diyor, ama sonuçta seçtiğimiz kelimeler, kullandığımız kavramlar, kullandığımız semboller, tıpkı yasalar gibi, “Ben bunu bilmiyordum” bahânesini kaldıracak şeyler değil. Nasıl, bir suç işlediğinizde, bir yanlış yaptığınızda, bir yerde kural olarak varsa “Ben onu bilmiyordum” demeniz…

Ruşen Çakır: Kemal, sözünü kesiyorum. Çünkü Bahçeli bir açıklama yaptı şimdi, görmemişsinizdir: “Türkiye, Hollanda maçına çıkmayıp Türkiye’ye dönmelidir” diyor.
Kemal Can: Bir yandan da Erdoğan “Maça gideceğim” diye uçakta açıklama yaptı.

Ruşen Çakır: Erdoğan maça gidecekti. Bahçeli takımı geri çağırıyor.
Kemal Can: Tamam, Bahçeli “Şam’a yürüyelim” de demişti, “Gazze’ye girelim” de demişti.

Ruşen Çakır: İsterseniz o açıklamayı bir okuyayım: “Takımımızın Hollanda karşılaşmasına çıkmaması ve bir hak olan demokratik protestosunu bu şekilde göstermesi, ahlâkî ve millî nitelikli bir beklentidir. UEFA, bu laçka kararından vazgeçmezse, Hollanda’nın sâhada tek başına bırakılması ve A Millî Futbol Takımımızın Türkiye’ye dönüşü, millî haysiyetimize en uygun seçenek olacaktır. Boyun eğerek, tâviz verilerek, teslim olarak kazanılacak bir başarı her mânâda hezîmet ve zilletin makyajlanmasıdır. Merih evlâdımızın ve bütün millî futbolcularımızın sonuna kadar yanındayız. Biriz, berâberiz, hep birlikte Türkiye’yiz, Türk milletiyiz.”
Diyelim ki Türkiye yarıda bıraktı, maça çıkmadı. Herhalde ek olarak Millî Takım’a da cezâlar gelecek, böyle garip bir sarmal olacak. Evet Kemal, ne diyorsun?
Kemal Can: Aslında söyleyeceklerime uygun oldu. Şunu söylüyordum ben: Bir futbolcunun yaptığı bir hareketten başka bir anlam kazandı bu. Çünkü bu tür sembollerin kullanımı böyle bir karşılık üretiyor. Dolayısıyla, “Biliyordum, bilmiyordum, ben şu anlamda kullandım, ben bu anlamda kullandım, ben bilmeden yaptım” filan gibi açıklamalar çok anlam kazanmıyor. Çünkü hâdise, onun yapılma gerekçesinden bambaşka bir içerik kazanıyor. Bu, bir futbolcunun sâhada yaptığı bir hareketle sınırlı değil. Bu maç kazanıldıktan sonra, Türkiye’de bir üniversitenin rektörü, “II. Viyana Kuşatması” diye paylaşımlar yaptı. Bu sembolün kullanılmasını mümkün kılan zemin, şimdi verilen reaksiyonlarda olduğu gibi, bir kavganın, bitmemiş bir savaş hâlinin devâmı olarak kodlanıyor. “Bizi çekemiyorlar” lâfının arkasında, aslında onları yenerek, daha önce kaybedilmiş bütün savaşların ve biraz önce işâret ettiğin beka mücâdelesinin bir rövanşist karşılığı gibi kodlanıyor. Dolayısıyla bu semboller, kavramlar, lâflar, sloganlar, basitçe “Bu bir anlık bir durum” gibi değerlendirilemez. Verilen reaksiyonlardan da onu görüyoruz zâten. Hiç kimse, “Bu çocuk amacını aşan bir şey yapmış. Aslında galiba niyeti o değilmiş” diye değerlendirmiyor. Sonuçta şöyle konuşuluyor: “Ne var yani? Tabiî yapacak.” Yani bunun bir hak olduğunu, hattâ daha ileri giderek, sâdece bu sembolü kullanan siyâsî aktörler değil, çok başka kesimlerden çevreler de birdenbire, “Bunun gayet meşrû bir sembol olduğu, bütün Türklerin kullandığı, bilmem kaç bin yıllık bir geçmişi olduğu, dolayısıyla kullanmaya hakkı olduğu, buna îtiraz etmenin doğrudan kendisinin sorunlu olduğu, Türklüğe düşmanlık içerdiği, bu sembole saygı göstermenin bir tür ‘millî mecbûriyet’ olduğu” tartışmasına vardı iş.
Kadri biraz önce değindi; Bozkurt sembolünün Türk mitolojisinde bir karşılığı var. Çeşitli zamanlarda, çeşitli dönemlerde, çeşitli bağlamlarda sembol olarak kullanılmış bir şey. Ama Türkiye’nin bir millî sembolü değil. Hattâ ülkücülerin kullanmasından daha önce, Millî Türk Talebe Birliği’nin ambleminde var. Daha MHP kurulmadan önce, Millî Türk Talebe Birliği, Türk Ocakları gibi çeşitli kuruluşlar Türkiye’de bozkurt sembolünü kullandılar. Kadri biraz önce anlattığı gibi, bozkurt işâretinin tanığı da doğrudan Alparslan Türkeş’in oğlu Tuğrul Türkeş. Bunu bir röportajında anlatıyor. 90’ların başında, 91’de, Azerbaycan’da Alparslan Türkeş’in buna tanık olduğunu, Azerbaycan’daki bir miting sırasında bu işâretin yapıldığını ve kendisinin bunu oradan alarak Türkiye’de de kullanmaya başladığını söylüyor. Bozkurt işâreti 90’lı yıllarda, özellikle maçlarda, bir tür pop bir siyâsî kimlik göstergesi olarak yaygınlaştı. Kadri de işâret etti; 70’lerde ve 80’lerde böyle bir şey yok. Zâten hiçbir iddia da yok bu konuda. Bir tâne bile fotoğraf yok böyle bir işâretin kullanıldığına dâir.

Ruşen Çakır: Atatürk’e photoshop’la kullandırdılar, gördün değil mi?
Kemal Can: Evet. Zâten kanıtların zorlamalığı da burada. Ama problemli olan iki nokta var. Birincisi, bunun Türkiye’de çok belirgin bir siyâsî göndermesi olduğu, bu işâretin siyâsî bir etiket olarak kullanılması. İkincisi, yurtdışında, MHP’nin kullandığı bir sembol olarak değil, oradaki Türk azınlığın içerisinde, yabancı düşmanlığına karşı, yine şiddet içeren bir karşı duruşu simgelediği için kullanılıyor. Yani Avrupa’da MHP taraftarı birtakım kesimlerin oluşturduğu yapıların kullandığı bir sembol olduğu için o yasaklama kararları çıktı. Dolayısıyla hem Türkiye’de hem yurtdışında biraz bağlamları farklı olarak birleştirici bir sembol değil bu. Tam tersine, bir etiket sembolü. Bir tâne futbolcu bu siyâsî kimliğe yakınlık duyabilir. Risk alıp, böyle bir işâreti kendi kimliğini göstermek için kullanabilir. Ama bunu sâhiplenerek, bunun herkes için bağlayıcı ve kullanılması neredeyse mecbûriyet içeren bir sembole dönüştürülmeye çalışılması, tartışmanın buraya doğru dönüştürülmesi, Avrupa’nın çifte standardı üzerinden bunun tekrar üretilip içeride bir mecbûriyete dönüştürülmesi… Aslında Türkiye’de örtülü olarak “milliyetçi olma mecburiyeti” dayatılıyor; “yerli ve millî” olmanın olmazsa olmaz koşullarından biri hâline getiriliyor.
Bunun arkasını besleyen birtakım siyâsî şeyler var. Galiba İYİ Partililer Meclis’e de bunun millî sembol olması için bir yasa teklifi vermişler. Çok merak ediyorum: İktidar ortakları AKP, MHP ve onların desteğiyle İYİ Parti bunu çıkarabilecek mi? Ya da birdenbire önümüze mecbûrî, herkesin kullanması zorunlu, bir siyâsî partinin kullandığı bir işâretin millî sembol olarak tescili gelecek mi önümüze? Bakalım onu da göreceğiz. Bunun ne kadar kuşatıcı, ne kadar kucaklayıcı, ne kadar birleştirici bir şey olduğunu o zaman görürüz. Çünkü bu sembolün kullanım alanları hiçbir zaman birleştirici olmadı; bir ortaklık hissini değil tam tersine net bir siyâsî kimliği bir tür bağırmak, yüksek sesle söylemek, büyük harfle konuşmak için yapılan bir şey. Genellikle meselâ daha önce liglerde gördüğümüz, kimi zaman da çok ciddî başka sorunlar da çıkan şiddet eylemlerinde kullanılan bir sembol.
Bunun bir başka tarafı var. Zamânında bâzı siyâsî parti liderleri tarafından, adını da vereyim açıkça: Kılıçdaroğlu, defalarca sevimli görünmek için, milliyetçilerin oyuna tâlip olduğunu göstermek için bu sembolü kullandı. Eliyle bozkurt işâreti yaparak sağda solda dolaştı. Ama meselâ Erdoğan’ın kullandığını hiç hatırlamıyorum.

Ruşen Çakır: Bir mitinginde var. Hattâ ben onu bir yayınımda kapak fotoğrafı olarak kullanmıştım. Bir kurt işâreti yapıyor, altında birisi de Râbia işâreti yapıyor. Bir kere gördüm en azından.
Kemal Can: Tamam. Ben kaçırmışım, ama Kılıçdaroğlu kadar çok kullanmadığına eminim. Çünkü Kılıçdaroğlu bir ara otobüsün üstüne sürekli bozkurt işâreti yaparak çıkıyordu.
Kadri Gürsel: Avusturya’dan örnek vereceğim. Avusturya’da radikalleştirici ve kutuplaştırıcı olmaları gerekçesiyle yasaklanan sembollerden biri de Müslüman Kardeşler’in Râbia işâreti. Râbia işâreti maalesef böyle. Yapacak bir şey yok burada. Bunu tel’in edebilirsiniz, protesto edebilirsiniz, ama bu böyle.

Ruşen Çakır: Konuyu yavaş yavaş toparlayalım. Çünkü konuşacak çok olay var. Açıkçası, bozkurt meselesinin özellikle MHP ve Ülkü Ocakları tarafından Sinan Ateş Dâvâsı’nın başlaması ve onun yarattığı ilgiyi bir anlamda sabote etmek için de bir fırsat olarak kullanıldığı kanaatindeyim. Meselâ ben dün Sinan Ateş Dâvâsı’yla ilgili bir yayın https://medyascope.tv/2024/07/04/rusen-cakir-izleyicilerle-yorumladi-sinan-ates-davasini-izliyor-musunuz/ yaptım. Yayından önce, Sinan Ateş’in eşinin, annesinin ve ablasının verdiği dört isim; iki MHP Genel Başkan Yardımcısı, bir eski Ülkü Ocakları Başkanı ve şimdiki Ülkü Ocakları Başkanı’nın sosyal medya hesaplarına baktım, dünkü o açıklamalardan sonra. Olcay Kılavuz’da hiçbir şey yoktu; uzun süredir tweet atmamış. Ama diğer üç kişinin de en son paylaşımları Merih Demiral. Ne Sinan Ateş Dâvâsı ne haklarındaki suçlamalara verilen bir cevap yok; hiçbir şey yok. O dâvânın aynı zamana denk gelmesinin, MHP’nin olayı çok daha fazla kullanmasına yol açtığı kanısındayım. Ne dersin Kemal? Seninle devam edelim. Tekrar kaldığın yerden devam et. Sonra Kadri ile gidelim. Daha Kayseri’yi konuşacağız. Ona göre.
Kemal Can: Mümkündür. Yani senin söylediğin şekilde bir köpürmenin nedenlerinden biri de bu olabilir. Ama bu mesele olmasaydı bile, büyük ihtimalle bu fırsat kaçırılmayacaktı. Çünkü burada temel mesele, bu “yerli-millî” tartışmasının ya da Türkiye’deki mecbûrî siyâsî kimlik tanımlarının içerisinde, milliyetçilik çok baskın bir şey. Hatırlarsan, 2023 seçimleri sonrasında, neredeyse milliyetçiliğin her şeye damgasını vurması gereken önemli bir siyâsî pozisyon olduğu ve dolayısıyla herkesin yakınında pozisyon almaya çalıştığı, herkesin oyunu ve desteğini sağlamaya çalıştığı bir popülerlik yaratılmaya çalışılıyordu. Dediğin gibi, Sinan Ateş olayı ve özellikle iktidar içerisinde MHP ile AKP gerilimi etrafında yaratılan tartışmalar, ayrıca 2024 seçimlerinin sonuçları da hem diğer partiler hem MHP’nin sonuçları açısından, milliyetçi dalganın beklenen büyüklüğe ulaşmaması, biraz bu imajı zedeledi. Dolayısıyla bir popüler ihtiyaç var. Bu popüler ihtiyâcı karşıladığı için hem senin dediğin gibi negatif motivasyonla hem bu eksiği kapatmak için böyle bir şey lâzımdı. Bence denk geldi. O futbolcu bunun ne kadar farkında, ne kadar bunun bilinciyle yaptı bilmiyorum; ama o öyle bir bağlama oturdu. Ama ben devâmında gelen tartışmanın sıhhati bakımından bâzı sorunlar görüyorum. Dediğim gibi, bu baskı, bu taarruz, bir tür kabul etmeyle…

Ruşen Çakır: Kemal, sen istersen bağlantını kontrol et. Kadri’yle Sinan Ateş Dâvâsı’nı biraz konuşalım. Sinan Ateş Dâvâsı’nda beklediklerini görüyor musun Kadri?  Şaşırdığın anlar oldu mu?
Kadri Gürsel: Açıkçası, şaşırdığım anlar olmadı. Twitter’da Medyascope’un takipçileriyle bu tartışmanın içeriğini, gündemini paylaşırken, “Ne öğrendik?” ifâdesi kullanılmış. Yani biz Sinan Ateş Dâvâsı olayından ne öğrendik? Ben açıkçası kendi açımdan şunu öğrendim: Bu iktidar başından beri atipik koalisyonlar, asimetrik koalisyonlar kurdu ve fiilen, yürütme ve yargıda sâhip olduğu gücü bu koalisyon ortaklarıyla bir şekilde paylaştı, onlara güç aktardı. Onlar da bu gücü giderek artan bir özgüven ve pervâsızlıkla kullanır oldular. Buna da eşlik eden, artan, büyüyen bir cezâsızlık kültürü vardı.
Sinan Ateş sûikastında bizim gördüğümüz, hem sûikastın kendisi, sûikasttaki ipuçları hem de katillerin cinâyet mahalline nakli, cinâyet mahallinden çıkarılmaları, daha sonra bâzılarının gözaltına alınması, ilişkileri bâzı yönleri işâret ediyor; ama iddianâmede, aslında somut bulgu ve delillerle desteklenmesine rağmen, bunları işâret eden delillerin ve bulguların hiçbirinin yer almadığını gördük. Sonuçta “Azmettirici kim?” sorusunun cevâbını, basit bir kriminal cinâyet, yani âdî suç nitelemesinin içine oturtmak amacıyla, ölçülerek, biçilerek bu duruşmalar sırasında verilen ifâdelerde –ki bu ifâdeler de koordineli ifâdeler, öyle anlaşılıyor– hâlâ bunun siyâsî bir cinâyet olmadığı, bir husûmetten kaynaklanan âdî bir suç olduğu gibi, bir cinâyeti karartma, aydınlanmasını önleme çabasının sürdüğünü görüyoruz. Kamuoyunda doğan ısrarlı sorular ve sorgulamalara rağmen bu böyle devam ediyor. Ara karâra da zâten böyle yansıdı. 

Ruşen Çakır: Zâten çok kişiyi tahliye ettiler. 
Kadri Gürsel: Evet, 12 kişi tahliye edildi. Bir soru daha var: “Sinan Ateş neden öldürüldü?” Bu kadar tartışıyoruz, meslektaşlarımız bu kadar bilgiler, belgeler getirip muhâlif medyada bunları paylaşıyorlar. Ama “Sinan Ateş neden öldürüldü?” sorusunun cevâbını ancak tahmin edebiliyoruz. Bâzı ipuçları, bâzı işâretler, Ayşe Ateş’in yaptığı bâzı açıklamalar, bu konuda en fazla bir fikir yürütme imkânı veriyor bize. Bir de Sinan Ateş’in Ülkü Ocakları Genel Başkanlığı’ndan neden ayrılmak zorunda kaldığını bilmiyoruz. Hani sorduğumuz “Ne öğrendik?” sorusu var ya; çok güzel, ama “Ne öğrenemedik, neyi tam olarak ortaya çıkaramadık, neleri bilmiyoruz?” sorusunda, “Neden öldürüldü? Motif neydi?” Bu konuda ancak tahmin yapabiliyoruz? Bir de Ayşe Ateş’in anlattığına göre, kendisine bir para getirildiği, “Sen bu siyâseti bırak, sonra git hayâtını yaşa. Hayâtın boyunca senin paraya ihtiyâcın olmayacak” dendiğini öğrendik. Ama bunun niye söylendiğine dâir de pek bir şey öğrenemedik. 

Ruşen Çakır: Oralarda birtakım rivâyetler var; bu, ilk başlarda biraz konuşulmuştu. 
Kadri Gürsel: Evet, ama rivâyet diyorsun.

Ruşen Çakır: Ama şöyle bir şey var: Olayın azmettiricilerinin üzerine ciddî bir şekilde gidilemediği için böyle bir sorgulama da yapılamıyor. Diyelim ki A kişisinin azmettirici olduğu kabul edilirse, o A kişisine neden bunu yaptırdığı sorulabilir. Ve belki onların cevâbı olabilir. Ama adam, “Yargıtay’daki işimi yapması için ona para vermiştim” diyor. Sallıyor belli ki. Meselâ burada Sinan Ateş’in niye Ülkü Ocakları Başkanlığı’ndan istifâ ettiğinin de cevâbı yok. Niye âilesine “Beni öldürecekler” dediğinin de cevâbı yok. Böyle bir şeyden öldürülmüş olsa, büyük bir ihtimalle, “Birisiyle para meselem var. Beni rahatsız ediyor” diye yakın çevresindekilere söylerdi. Halbuki âilenin söylediği bütün isimler, doğrudan MHP ve Ülkü Ocakları’nı işâret ediyor.
Kemal, sen ne diyorsun? Burada şaşırtıcı bir şey oldu mu? Ben açıkçası şaşırmadım, ama etkilendim. Annesinin, ablasının ve eşinin kararlı bir şekilde isimleri zikretmesi, sonra mahkeme önünde de konuşuyor olmaları bence çok önemli. Buradan mahkemenin tutumu değişmez, iki ayrı dosya birleşmiyor filan, bunları kestirmek zor değil. Ama onların o tutumu bence çok önemliydi. Bir de muhâlefetin bir şekilde orada olması çok önemliydi. Özgür Özel ve Kılıçdaroğlu gitti. Müsavat Dervişoğlu, Davutoğlu, Babacan gitti. Ama meselâ Meral Akşener gitmedi. Bence bu da bir ilginç not olarak benim dikkatimi çekti. Ne dersin Kemal?
Kemal Can: Siz biraz üzerinde konuştunuz, dâvânın seyrini de biraz anlattınız. Ben bu duruşma süreci başladığı ilk gün, Medyascope yayınında da söylemiştim. O zaman biraz başka türlü bir hava vardı. Çünkü birkaç haftadır, iktidar içerisindeki çatlak tartışmaları vesîlesiyle Sinan Ateş Dâvâsı’nın bu işin arenası olacağı beklentisi çok yükselmişti. Açıkçası bu konuda iyi gazetecilik performansı gösteren arkadaşların bâzıları da, buradaki beklentiyi biraz fazla yükseltmişlerdi. Ortaya konulan bilgiler, bâzı sızan bilgiler görüntüler bir şeylerin işâreti sayıldı ve “AKP MHP’yi zayıf karnından yakaladı. Bu dâvâ bu çatışmanın arenası olacak. Dolayısıyla artık her şey başka türlü olacak” diye düşünüldü.
Aslında, ben duruşmalar daha başlarken Medyascope yayınında söylemiştim. Bu tür dâvâlarda, bu tür konularda, aceleci yorumları, birkaç göstergeyle, sonucun ve ihtimâlin üzerine yapılan spekülasyonları hep sorunlu buluyorum. Burada da sorunlu olduğu ortaya çıktı. İddianâme açıklandığında, niyet ortaya çıkmıştı. İddianâme, meseleyi bir âdî vaka olarak tanımlıyordu. Siyâsî bağlantı denilebilecek isimlerin önemli bir kısmı dosyadan ayrılıp, ayrı bir dosya hâlinde, soruşturulmamak üzere kenara çekiliyordu. Neden-sonuç ilişkisi, “Bu hâdise neden oldu?” meselesini de gayet âdî bir vaka olarak ele aldılar. Daha sonra MHP’nin tutumu mâlûm. Erdoğan’ın başka duyumlar ve rivâyetler dışında, kamuya açık olarak deklare ettiği irâde de başka türlüydü. Erdoğan’ın “Sonuna kadar gidin” dediği, hattâ bugünkü bir kulise göre, Ayşe Ateş’le görüştükten sonra gözyaşlarını tutamadığı şeklinde, bize kanıtı olmayan birtakım şeyler de anlatıldı. Ama ortalıkta açıkça söylenenlerin hiçbiri bununla uymuyordu. Zâten iddianâme çıktığında da rotanın ne olacağı görülmüştü. Ama bize sürekli, “Siz iddianâmeye bakmayın. Şimdi yeni deliller çıktı, dâvâ acâyip bir noktaya gidecek” diye anlatıldı. Hattâ daha duruşma sürerken, bir polis müdürü dosyaya, “Bu dosyada sahte tutanak var. Biz sanığı Olcay Kılavuz’un evinde gözaltına aldık” bilgisi girdi. Ama mahkeme heyeti bu bilginin dosyaya konmasına izin vermedi.
İlk gün, MHP’li avukatların müdâhil olma talebi, dâvânın müştekîleri tarafından alkışlandı. Ama anladık ki, o aslında MHP’ye mesâfe koymak değil, meselenin siyâsî ayağıyla ilgilenmeyeceğini baştan îlân etmenin bir yoluymuş. Bugün Sinan Ateş Dâvâsı’nın ilk duruşma serisi tamamlandığında ortaya çıktı ki, hem açık bir ifâde ve yeni bir delil oluşturan durum dosyaya dâhil edilmiyor, talepler doğrultusunda dosyalar birleştirilmiyor, hattâ birtakım tahliye kararları veriliyor ve sorunun siyâsî boyutuna bakma niyeti mahkemenin yanından bile geçmiyor.
Bu resme bakınca, biraz şaşırtıcı bulduğum başka bir tarafa takılıyorum: Bu tür dâvâların birdenbire bütün süreci değiştirebileceği düşünülüyor Tabiî ki niteliği îtibâriyle böyle özellikleri var, ama bu özelliklerin bulunuyor olması böyle olacağı anlamına gelmiyor. Ayhan Bora Kaplan Dâvâsı’nda da aynı şeyi gördük. “Bu dâvâ bambaşka bir şey. İçinde öyle şeyler var ki açıldığında her şey birbirine karışacak” dendi. Ne oldu? Bütün dâvânın üzerine kurulduğu gizli tanık taraf değiştirdi ya da buna iknâ edildi ya da zâten başından beri öyleydi, bilmiyorum. Ama sonra birdenbire, sanıkların herkesle alay ettiği duruşma serisiyle hâdise bitti. Şimdi Ayhan Bora Kaplan Dâvâsı ne oldu?
Sinan Ateş Dâvâsı da böyle olacak mı olmayacak mı bilmiyorum. Sinan Ateş Dâvâsı’nın, artık her şeyin dönüm noktası, kopmuş gitmiş ve bütün bu iktidar içi çatışmanın zemini olacağı iddiasının resmini görmedik biz bu duruşmalarda. Dediğin gibi, muhâlefet orada güçlü bir temsille yer aldı. Âile, özellikle eşi, çok güçlü, çok dirâyetli bir duruş sergiledi. Ayrıca daha önce iddianâmeye girmemiş iddiaları mahkeme salonunda kayda aldırdı. Dolayısıyla bu iddialar bu duruşmaların kaydına girmiş oldu. Ama bunların, söylendiği gibi sonuç vereceğine ilişkin hiçbir işâret görmedik. Beni bu konularda en çok rahatsız eden şey, bu tür dâvâlarda –bunu haber hâline dönüştüren arkadaşları kastetmiyorum; bu sızdırma ve manipülasyonu yöneten kesimleri kastediyorum– maksatlı biçimde beklentileri aşırı yükseltip, böyle bir sonuçsuzluk yaratmanın defalarca tekrar edilmesinin bir anlamı olduğunu düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Tabiî orada şöyle bir şey var Kemal. Sözünü kesiyorum. Erdoğan’ın Ayşe Ateş ve kızlarını Saray’da kabul etmesi çok önemliydi. Yani uzun bir süre kabul etmeyip sonra kabul etmesi önemliydi. Hani Bülent Arınç geçenlerde, “Erdoğan bugün yargıçlara ‘işinizi doğru düzgün yapın’ dese, hepsi hazır” diye bir şey söyledi biliyorsunuz. İnsanlar, “Bu bir siyâsî dâvâ ve Erdoğan, Ayşe Ateş ve kızlarını da kabul ettiğine göre, onların beklentilerini yerine getirecek mi?” diye bekliyor. Meselâ bunu demiş olsaydı, bir şekilde bunun işâretini vermiş olsaydı, bambaşka bir dâvâ seyri de görebilirdik. Ama belli ki, en fazla onları kabul etmiş oldu.
Kemal Can: Ruşen, Kavala Dâvâsı’nı konuşuyoruz, bunu söylüyorsun, Sinan Ateş Dâvâsı’nı konuşuyoruz, bunu söylüyorsun. Ben de şunu soruyorum açıkça. Tamam, böyle bir ihtimal var, ama artık ihtimaller üzerinden bu varsayımı köpürtmenin anlamı yok. Bak Osman Kavala Dâvâsı ne oldu?

Ruşen Çakır: Osman Kavala’nın eşini kabul etmedi ki. Burada eşini kabul etmesinin çok büyük bir anlamı vardı. Ama demek ki kabul etmek zorunda kalmış, sonra da gereğini yapmamış. Kadri de konuşsun, sonra sen söyle.
Kadri Gürsel: Erdoğan, bence alesta bekliyor; ne yapacağına henüz karar verebilmiş değil. Karar da veremiyor açıkçası. Çünkü Erdoğan’ın siyâsî davranış özelliklerini biliyoruz. En başta, “Bu dâvânın mevcut seyri bana zarar veriyor mu vermiyor mu? Benim tabanımda bu dâvâdan dolayı bir rahatsızlık, bir hoşnutsuzluk var mı? Bu bana oy kaybettiriyor mu?” diye bakıyor. 3 Temmuz 2011’de Fenerbahçe’ye yapılan operasyonu hatırlayalım. O operasyon, doğrudan iktidardan, Erdoğan’dan onay alınarak yapılmış bir operasyondu. Erdoğan böyle bir operasyonun gerekliliğine iknâ edildi. Sonra da Fenerbahçe Başkanı’nı, Aziz Yıldırım’ı içeri attılar. Bir yıla yakın yattı. Erdoğan en başta buna karşı çıkmadı. Daha sonra baktı ki pabuç pahalı, Fenerbahçe’den ve Fenerbahçe taraftarından, câmiasından muazzam bir tepki var. Her gün yürüyüş yapan bir taraftar ve muazzam bir öfke seli ortaya çıktı. Bu kadarını beklemiyordu ve desteğini çekti bu dâvâdan. En azından tasvip etmediğini göstermek zorunda kaldı bir şekilde.
Burada da dâvâ sürecinde, iddianâme ve yargılama sürecinde çok açık hukuksuzluk var. Hukuk hiç ama hiç kaale alınmıyor. Ama Erdoğan da her zamanki gibi bunu izliyor. Hükûmet ortağı demeyeceğim ama iktidar ortağıyla kendi kitlesinin, kendi tabanının arasında kalmış durumda. Buna bir noktada karar verebilir ya da hiçbir şey de yapmayabilir, böyle gidebilir. Çünkü gördüğüm kadarıyla Sinan Ateş cinâyetine iktidârın verdiği reaksiyona karşı, sağ, milliyetçi, mukaddesatçı, muhâfazakâr, İslâmcı çevrede, genel olarak sağ çevrede öyle çok büyük bir tepki yok. Biraz MHP içinde, biraz da belki İYİ Parti içinde kalıyor bu tepki. Burada Erdoğan, “Bu bana îtibar kaybettirir mi?” diye bakmıyor. “Bu bana oy kaybettirir mi?” diye bakıyor. 
Kemal Can: Ben daha fazlasını söyleyeyim. Erdoğan’ın kaybetme skalasında, îtibar ya da destek mantığıyla sıralarsak, birinci sırada iktidar var. “Bu bana iktidârı kaybettirir mi?” sıralamasıyla başlayıp, “Destek kaybettirir mi? Îtibar kaybettirir mi?” sırasıyla gidiyor. Öncelik sırası dâima iktidar. Hep “MHP, AKP’ye oy kaybettiriyor” diye analiz ediliyor. Dolayısıyla her şeyi bunun üzerinden açıklamaya kalkan bir tavır var. Burada yapılan hatâ şu: Erdoğan destek kaybının olduğunu elbette öngörüyor. Ama Erdoğan’ın destek kaybı MHP ortaklığıyla başlamadı. 2015 seçimlerine bakalım. Haziran 2015’teki oy kaybı MHP ortaklığında olmadı. AKP’nin oy kaybının tamâmı da MHP ile ortaklığından değil. Dolayısıyla MHP ile ortaklık kurmasının nedeni desteğini korumak değil. Zâten AKP, daha bir yıl geçmeden bir darbe girişimi, peşinden yapılan referandumda, ortağıyla berâber %50’yi zor yakaladı. Yakalayıp yakalayamadığı da ayrıca tartışmalı. Dolayısıyla, “AKP süreç içerisinde MHP’nin zarârını fark etti” gibi bir siyâsî çözümlemenin çok isâbetli olmadığını düşünüyorum. Erdoğan’ın da böyle baktığını düşünmüyorum. Erdoğan ile MHP ortaklığının temel motifi, iktidarda kalmakla ilgili. Dolayısıyla destek kaybını tolere edebilir ya da bunu kabullenebilir. Ama iktidar kaybının telâfîsi yok. Dolayısıyla bu öncelik böyle kurulmuyor. 
Kadri Gürsel: Kemal, netîcede destek kaybı dediğin zaman, o, iktidar kaybına evriliyor. 
Kemal Can: Değil işte. Öyle birebir bir şey yok. Bu, faktörlerden biri.
Kadri Gürsel: İktidar kaybından senin kastettiğin, MHP’nin Erdoğan’a kızıp desteğini çekmesi. “Bu iş tamam” diyerek masayı devirmesi ve erken seçime götürmesi, değil mi? Senaryo bu. Bunun gerçekleşmeyeceğini biliyoruz, ama bir sürü ara aşama var. Zâten Ruşen de örneğini verdi: Sinan Ateş’in dul eşini Saray’da kabul etti Erdoğan. Bu gerçekten bir duyarlılık gösterisiydi. Netîcede, dâvânın mağdur tarafına sağır olmadığını gösterdi. Bu da önemliydi bence. İktidar ortağını bayağı irrite etti bu. Seni anlamakla birlikte, bir nüans konusunda görüş ifâde etmek zorunda hissettim.

Ruşen Çakır: Yavaş yavaş toparlayalım. Bugün Kayseri ve Suriye’deki olayları konuşamadık. Umarım Kayseri olayları tekrar edilmez, haftaya konuşmayız. Ama Suriye yakınlaşması ihtimâlini geçen haftaki yayında https://medyascope.tv/2024/07/05/rusen-cakir-kemal-can-ve-kadri-gursel-ile-haftaya-bakis-221-sinan-ates-davasindan-ogrendiklerimiz-demiralin-bozkurt-sevinci-esad-ile-normallesme/ biraz konuşmuştuk. Kadri, bize bu konuda çok ufuk açıcı şeyler söylemişti.
Kadri Gürsel: Çok teşekkür ederim.

Ruşen Çakır: Ama bu bozkurt meselesi hakîkaten çok önemliydi, üzerinde bayağı konuştuk. Şöyle bitireyim: Bahçeli’nin Millî Takım’a yaptığı “Maça çıkmayın” çağrısına herhalde gülüp geçilecektir diye düşünüyorum. Yoksa hakîkaten yarınki maça Millî Takım’ın çıkmama ihtimâli var mı? Ne dersin Kemal?
Kemal Can: Erdoğan henüz bu çağrıyı duymadan önce uçakta konuşmuş, ama bu UEFA karârını duyarak konuşmuş. Onun üzerine, yine de maça gideceğini söylemiş. Şimdi Bahçeli’nin bu çağrısının üzerine, “Evet. Biz takımı maçtan çekelim” noktasına gelirse, hakîkaten Bahçeli’nin belirleyiciliği meselesinde başka bir safhaya geldik demektir.

Ruşen Çakır: “Benim Millî Takımı’mın oynamamasını istiyorum” diyebilir. 
Kadri Gürsel: Ben de bir şeyler söyleyeyim. Milliyetçi Hareket Partisi’nin yerel seçimlerde aldığı oy oranı kaçtı? %5 miydi 6 mıydı? Hatırlıyor musun Kemal?
Kemal Can: Yüzde 5 küsur, ama o bir ölçü değil.
Kadri Gürsel: Doğru, bir ölçü değil. Geçen seçimde aldığı oyla barajı geçmiş, değil mi?
Kemal Can: %10.
Kadri Gürsel: Millî Takım %100’ü temsil ediyor diye varsayıyoruz. Ben bir soru soracağım. Bu bozkurt işâretini yapmayanlar ya da bugüne kadar yapmamış olanlar, yeterince Türk olarak görülmüyor mı? Türk değiller mi? Buna vereceğiniz cevap, “Evet, yeterince Türk değiller. Bozkurt işâreti yapanlar Türk’tür” diye baktığınız zaman… Yani ben Kemal’in akıl yürütmesinden hareket ediyorum. Öyle baktığımız zaman, Türklerin Türkiye’deki oranı %8-9 falan mı? %10-12 mi? İYİ Parti + MHP mi? Türkler bunlardan mı oluşuyor?
Dışişleri’nin 2019’da “Bir siyâsî partinin sembolüdür” diye tescil ettiği işâret üzerinden uydurulan bu tartışma anlamsızdır. Buradan bir şeyler öğrenerek çıkmamız lâzım. Merih Demiral’ın yaptığının büyük bir hatâ olduğunu ve Türkiye’ye iyilik değil kötülük yaptığını burada konuşmamız lâzım. Avrupa’nın tavrı, UEFA’nın tutumu ayrı bir meseledir. Siyâsî sembollerle işimiz olmaz. Siyâsî semboller millî maçlarda yer almamalıdır, hiçbir şekilde ifâde edilmemelidir. Bunlar gösterilmemelidir. Gösterilirse bunların sonuçları olur. Ondan sonra da “Bu sonuçlar siyâsîdir” deme hakkımız pek olmuyor. Çünkü sizin de tutumunuz siyâsî. Bir de, bin yıllık bir sembol ise neden şimdi aklınıza geldi bunu söylemek? Merih Demiral bunu Leipzig’de yaptığı zaman mı aklınıza geldi 1000 yıllık sembol olduğu? 1000 yıllık bir sembol falan da değil. Kimse kimseyi kandırmasın. Bu kadar söyleyeceklerim.

Ruşen Çakır: Bütün bir ülkeyi bir anlamda kendi çizgilerine getirmek istiyorlar.
Kadri Gürsel: Yüzde 10’luk bir parti Türkiye’yi rehin alamaz. Kendi sembolünü Türkiye’ye dayatamaz. Leipzig’deki maçta bu sembolün yapılması, ifâde özgürlüğü kapsamında yer alamaz. Çünkü futbol dediğiniz şeyin, yani millî maçın riâyet edilmesi gereken kuralları var. Kurallar bütünüdür. Futbol kurallarla oynanan bir maçtır. Gol sevinci konusunda da Merih Demiral adlı oyuncumuzu eksik bilgilendiren, eğitmeyen, onu yönlendirmeyen Federasyon sorumludur.

Ruşen Çakır: Evet, noktayı koyalım. Suriye meselesini haftaya bırakalım. Kadri Gürsel, Kemal Can çok teşekkürler. İzleyicilerimize de teşekkür ediyoruz. İyi günler.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
01.09.2024 Ayrılar aynı yerde: Kuvvet komutanları, HÜDA PAR, MHP…
31.08.2024 Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın Atatürk’le alıp veremediği ne olabilir?
28.08.2024 Sinan Ülgen ile söyleşi: Türkiye S-400'leri ne yapacak?
28.08.2024 Transatlantik: S-400’lerin geleceği - ABD-Çin ilişkileri - Erdoğan ve Netanyahu çatışması
25.08.2024 Arda Turan belgeselini izlemeye niçin karar verdim?
23.08.2024 Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel ile Haftaya Bakış (228): CHP içi tartışmalar – Yeni Anayasaya ihtiyaç var mı? – Mehmet Şimşek spekülasyonları
22.08.2024 Mehmet Şimşek hakkındaki spekülasyonların aslı
22.08.2024 Süleymancılar niçin güven vermiyor?
21.08.2024 Transatlantik: Biden’ın vedâsı – Sürpriz Kursk Harekâtı devam ediyor – Gazze’de ateşkes mümkün mü?
21.08.2024 Hani “fondaş” olan bizdik!
01.09.2024 Ayrılar aynı yerde: Kuvvet komutanları, HÜDA PAR, MHP…
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
11.02.2016 Hesabên herdu aliyan ên xelet şerê heyî kûrtir dike
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı