Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel ile Haftaya Bakış (228): CHP içi tartışmalar – Yeni Anayasaya ihtiyaç var mı? – Mehmet Şimşek spekülasyonları

23.08.2024 medyascope.tv

23 Ağustos 2024’te medyascope.tv'de yaptığımız Haftaya Bakış’ı yayına Tania Taşçıoğlu Baykal hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Kadri Gürsel ve Kemal Can’la haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Arkadaşlar, merhaba.
Kemal Can- Kadri Gürsel: Merhaba.

Ruşen Çakır: Bu hafta gündemde öne çıkmış çok fazla bir şey yok aslında; ama CHP içinde bitmek bilmeyen birtakım tartışmalar var. Mâlûm, Eylül ayında Tüzük Kurultayı yapılacak. Kılıçdaroğlu meselesi de var. Diğer yandan, iktidar çevrelerinde, özellikle MHP’de çok dillendirilen “yeni anayasa” yapımı konusu var. Meclis 1 Ekim’de tekrar açılıyor, gündemi de yeni anayasa olacak. Yani her şey çözülmüş, iş yeni anayasaya kalmış. Hattâ “özgürlükçü” bir anayasa yapmayı vaat ediyorlar — artık nasıl yapacaklarsa. Biraz bunları konuşalım diyorum. Bir şey daha vardı. Neydi? Düşünüyorum...
Kadri Gürsel: Mehmet Şimşek.

Ruşen Çakır: Evet, Mehmet Şimşek konusu. Hadi seninle başlayalım Kadri.
Kadri Gürsel: “Bir şey daha vardı, neydi?” diye söylemen de güzel oldu ama.

Ruşen Çakır: Çünkü orada şöyle bir şey var: Ben dün bu istifâ konusunu yorumladım. https://medyascope.tv/2024/08/22/rusen-cakir-yorumladi-mehmet-simsek-hakkindaki-spekulasyonlarin-asli/ Erol Mütercimler Mehmet Şimşek’in istifâ ettiğini iddia etmişti. Gerçi Erol Mütercimler, yıllardır AKP’yi benim kurdurduğumu da söylüyor. Eğer bu da öyle bir şeyse…
Kadri Gürsel: Büyük bir güç demek ki. Sana büyük bir güç atfediyor.

Ruşen Çakır: Evet, atfediyor da… olumsuz bir atıfta bulunuyor. Olsa saklar mıydım zâten? Neyse. Sonra Nuray Babacan bu istifâ konusunu yazdı. https://www.gazetepencere.com/kose-yazilari/mehmet-simsek-krizi-neden-cikti-627340h Saray’da yapılan, ekonomiyle ilgili bir toplantıda ekonomi danışmanlarıyla bir tartışma yaşanmış. Kimler olduğunu biliyoruz danışmanların: Cemil Ertem ve Yiğit Bulut gibi isimler var. Mehmet Şimşek’in, “Ben söyleyeceğimi söyledim. Siz kendi aranızda değerlendirin” diyerek toplantıdan ayrıldığı söyleniyor. Bakanlık bunu yalanladı. Ama benim bildiğim, Nuray Babacan böyle detaylı bir kulis haberini yazıyorsa, burada bir şey vardır. Yalanlayınca nasıl kanıtlayacaksın? Diyelim ki ona içeriden birisi bilgi verdi. O birisi: “Evet. Ben söyledim. Olay doğrudur” diyemeyeceği için, Bakanlık yalanlıyor. Ortada bir şey olduğu kesin. Çünkü ben dün ekonomiden anladığını bildiğim, güvendiğim, bu işleri bilen kişilerle konuştum. Hemen hemen hepsi, işlerin hiç iyi gitmediğini söylüyor. Acı ilâçla başladı, daha da acı olacak; ama hiçbir şeyin garantisi yok. Meselâ Cevdet Yılmaz önceki gün: “Yakın zamanda enflasyonu %50’nin altına düşüreceğiz” dedi. Yani daha hâlâ oralardayız. İşler iyi gitmiyor, gitmeyince de sıkıntı başlıyor. Mehmet Şimşek’in istifâ etmesi ya da Erdoğan’ın onu görevden alması gibi bir durumda iyice batacak gibi. Ne diyorsun Kadri? Senin çevren geniştir, bilirsin sen.
Kadri Gürsel: Evet. Ben de “kaynaklarım”la konuştum. Müthiş kulis bilgileriyle geldim bu programa. Tabiî bu bir şakaydı. Hiç yapmadığım bir şeydir. Neyse. Sen “acı ilâç” dedin ya? Aslında acı ilâcı bir kesime içiriyor bu iktidar. Bir kesime içirdiği için de Türkiye’deki krize bir çözüm bulamıyor. Meselâ kamuda tasarruf yapamıyor. Tasarruf yaptıklarına dâir istedikleri kadar bir algı oluşturmaya çalıştırsınlar, kamuda tasarruf yapılamaz. Bu iktidârın, iktidar olarak kalabilmesinin ön şartı, kamu harcamalarının alabildiğine artmasıdır. Kamuda istihdâmın artmasıdır. Bu iktidârın tabanının ve gövdesinin kamuya taşınmasıdır, yerleşmesidir. Açıkçası, bunun tersini yapabileceklerini düşünemiyorum. Bu, iktidârın kendini inkârı anlamına gelir. Zâten aksayan iki önemli ayak varsa, bir tânesi kamuda tasarruf ayağıdır. Bu, krizden çıkış politikasıdır. Krizden çıkartamıyorlar, ama tüketimi kısıyorlar. Onların tâbiriyle buna, “ekonomiyi soğutmak” deniyor. Orta sınıfı aşırı derecede vergilendirerek, sâbit gelirlinin gelirini minimumda sâbitleyerek, ekonomiyi bir ölçüde soğutmayı nispeten başarabiliyorlar; “Crony capitalism” yani “Ahbap-çavuş kapitalizmi” deniyor buna. Bu konulara çok fazla girmek istemiyorum, ama kendi ahbap-çavuşlarının ve kendilerinin, yani iktidârın da dolaylı yoldan fonlandığı bir sistem var. Mâlûm, kamu-özel sektör işbirliği, TOKİ ihâleleri, 21-b yöntemiyle yapılan ihâleler… Zâten artık devlette ihâle diye bir mefhum kalmadı. Direkt olarak istediği firmadan alıyor, istediği fiyatı da veriyor.
Bu şartlar altında konut sektörü önemli ölçüde daraldı. Konut sektörü için ekonominin lokomotifi denir. Aslında bu iktidârın ekonomi-politiğinin ve kapalı ekonomi sisteminin can damarıdır konut sektörü. İktidârın müteahhitleri var. Bu müteahhitler, TOKİ ile ortak çalışıyorlar. Sözde ihâlelerden muazzam kaynak transferleri gerçekleştiriyorlar bütçeden. Âdeta bizim vergilerimizden oluşan bütçeye devâsâ çapta bir hortum bağlanmış ve bu hortumdan sürekli bir gelir transferi, bir kaynak transferi yapılıyor. Oradan da o paralar nereye gidiyor? Allah bilir onu. En azından biz bilemiyoruz, ancak tahmin edebiliyoruz. Çünkü bilmemize imkân sağlayacak olan mekanizmaların hiçbiri çalıştırılmıyor. Böyle olunca, hâliyle “ekonominin soğutulması” demek işsizliğin artması demek. Erdoğan’ın en çok çekindiği, en çok korktuğu şey erkek işsizliğidir. Çünkü âilenin temeli, düzenden, iktidardan duyulan rahatsızlığın bir numaralı nedeni diyebiliriz erkek işsizliğine. Ekonominin soğutulması çok antipatik bir şey. Bu konuda dar grup çıkarları da giriyor araya. İktidâra yakın kapitalistler, iktidârın kapitalistleri devamlı şikâyet halindeler. Özellikle konut sektöründe işlerinin iyi olduğu kanaatinde değilim. Krediler yüksek. Krediye erişim çok kısıtlandı. Hal böyle olunca da Mehmet Şimşek’ten şikâyetler başlıyor. Çok uzun bir süredir devam ediyor Mehmet Şimşek’ten şikâyetler. Ben Saray’daki danışmanların, tam tersine, eskiden Damat Bey’e mal edilen politikaların savunucusu olduğunu düşünüyorum. Batılıların, biraz da kibarlıktan olsa gerek “Unortodoks- Ortodoks olmayan” diye tâbir ettikleri deli saçması ekonomi politikalarının savunucuları. Burada bir çatışma yaşanması kaçınılmaz tabiî. 
Şu aşamada, piyasaya ucuz kredi, para pompalanması, para muslukların açılmasının zamânının geldiğinin düşünüldüğü âna kadar, Mehmet Şimşek’i kimsenin yerinden kımıldatamayacağını düşünüyorum. Mehmet Şimşek ayrılmak istese de ayrılamaz. Onu oraya getirip oturtan güce uzun bir süre direndi. Hatırlayacaksınız, 2023 seçimlerinden çok önce başladı bu. Seçimden önce, özellikle seçim yatırımı olarak, uluslararası piyasalara da güven telkin etmek açısından, Türkiye ekonomisinin güyâ rasyonel yönetileceği vaadini uluslararası piyasalara vermek için, Mehmet Şimşek çok baskı altına alındı. Ama kendisi gelmedi. Seçimden sonra getirildi ve oraya oturtuldu; bir şekilde o baskıya dayanamadı o da. 
Bu böyle bir süre devam eder, gittiği yere kadar gider. Erdoğan bu sıkı para politikaları, ekonominin soğutulması, yarım yamalak uygulanan anti-enflasyonist tedbirlerin, artık iktidârın tabanını iyice acıttığını, iktidârın oy kaybını hızlandırdığını, iktidârı bir açmaza ve mukadder bir kayba doğru sürüklediğini gördüğü zaman, yol değiştirir, yön değiştirir ve Mehmet Şimşek’i gönderir. Bütün suçu ve sorumluluğu onun üstüne yıkar. Ellerini yıkayıp çıktığını düşünür. Bu açıdan ben sâdece bir sancı olduğunu görüyorum iktidar çevrelerinde. Kolay paraya, havadan paraya alışmış, hepimizin bütçelerinden, çalışarak, emek harcayarak kazandığımız paradan ve tüketimimizden alınan gelirlerimizden oluşan bütçeden haksız bir pay alan kesimlerin, kaynağın daralması sonucunda artık bu payı eskisi gibi alamamaları nedeniyle ağlaşmaya başladıklarını görüyorum. Bu sancı var. 30-40 yıl önceki gazetelere manşet atmaya kalksam, “İktidarda Mehmet Şimşek sancısı” derdim.

Ruşen Çakır: Bir ara Cumhuriyet gazetesi haftada üç kere “sancı”lı manşet atardı. Sen de Cumhuriyet ekolü olarak geri kalmıyorsun.
Kadri Gürsel: Tabiî. Ben de senden bunları duymak için ortaya attım bu “Mehmet Şimşek sancısı” başlığını. Sancılanırlar da… tedâvisi yok bunun.

Ruşen Çakır: Var mı Kemal tedâvisi?
Kemal Can: Tedâvi niyeti ya da bir sağaltım sürecinin içerisinde olsaydık, tedâvi var mı yok mu diye konuşabilirdik. Sâdece Mehmet Şimşek döneminde değil, Mehmet Şimşek dönemi öncesinden başlayarak, Türkiye’deki ekonomi yönetimi, ekonomi politikasına ilişkin temel kararlarda, bir iyileştirme, bir sağaltma, özellikle büyük çoğunluktaki dar gelirli ve zar zor geçinen insanların hayâtını kolaylaştırma öncelikleriyle davranmıyor. Ekonomi bu öncelikle yönetilmiyor. Bâzılarının, sanki ekonomide herkes için geçerli, matematiksel formülleri var ve bu dünyanın her yerinde, her durumda aynı çalışıyor gibi bir iddiası var. “Ekonominin gerekleri” diye bir anlatı var. Özellikle bu iktidârın ekonomi politikasının eleştirisinde çok başvurulan bir şey bu. Ana muhâlefet partisi dışında, etkili, pek çoğumuzun sözüne güvendiği, teknik olarak donanımına, birikimine, meseleye hâkimiyetine inandığı insanlar tarafından da kullanılıyor. Ama biraz bunun ucu kaçırılmış durumda. Çünkü ekonomi politikasını belirleyen tercihler –ki o ekonominin gerekleri herkes için aynı şey değildir– ekonominin matematiksel gereklerine göre oluşmuyor. Ekonomik tercihler, büyük ölçüde politik tercihlerle ilgili. Elinizdeki kaynağı kim için, kimin yarârına kullandıracaksınız? Bu kullanımın, problem doğmayacak biçimde ilerlemesini ve sürdürülmesini nasıl sağlayacaksınız? Dolayısıyla bu konuda ekonomik araçlar kadar politik araçlar da kullanılıyor. Ekonomiyle ilgili temel tercihlerin ana siyâsî parametre olmaktan çıkartılması durumunda, kutuplaştırmanın, popülizmin ön plana çıktığı; gerçek neden-sonuç ilişkilerinin, iktisâdî çıkar, sınıf ve sınıf içi çatışmaların ikincil plana itildiği bir ortamda, daha başka bir zeminde, bir politik tercih tartışması yürütüldüğü dönemlerde, iktisat biliminin iddiası olan temel ekonomik tezler etkili olmuyor. Bunların bir tânesi şu: Enflasyon veya başka meselelerde de her şeyin –çeşitli ekol farkları olmasına rağmen– birtakım kuralları var. Enflasyon yükseliyorsa iki yolla düşürebilirsiniz: Ya üretimi artıracak bir gelişme yaratırsınız. Bu, yapısal bir değişim olabilir, bir kaynak bulunması olabilir, bir imkân yaratılması olabilir. Dolayısıyla, arz-talep arasındaki dengeden oluşan fiyat hareketini, fiyatın düşmesi şeklinde etkilersiniz. Ya da tüketimi kısarsınız. Tüketimi kısmak için para arzını kontrol edersiniz. Enflasyonla mücâdelenin para politikalarındaki karşılığı böyle birkaç enstrümandır. Bunların her birinin, kullanılırken ekonomik sonuçları kadar politik sonuçları da vardır. Yani para musluklarını kısarsanız, ücretleri düşürürseniz, insanlar zor geçinir hâle gelirlerse tabiî ki tüketim düşer. Tüketim düştüğü zaman da enflasyon üzerinde bir ters etki yaratırsınız. Ama bunun çok kuvvetli bir sosyal mâliyeti vardır. Çünkü durgunluğun yarattığı işsizlik, yoksulluk, gelir adâletsizliği çok büyür. Bu rahatsızlık, taşınması zor bir rahatsızlıktır.
Bir süredir Türkiye’de ve dünyadaki modelde de, bu dâimî krizlerle ilgili, iktisâdın kurallarını uygulamayan liyâkatsiz kadrolar gibi, liyâkatini kaybetmiş toplumsal ve siyâsal zeminler oluştu. Bu uygulanan ekonomik tercihlerin sosyal mâliyetinin, politik olarak bu yönetimlerin, bu iktidarların üzerine gitmesi, bildiğimiz yollarla olmuyor; yoksulluğu artırırsan, işsizliği artırırsan — ki işsizliği şimdilik kontrol ettiler. Kadri o konuya değindi. Erdoğan, onun daha zor kontrol edilebilir bir şey olduğunu bildiği için o konuda biraz daha hassas. Ama eşitsizlik ve yoksulluk konusundaki geometrik artış, sâdece bir senenin meselesi değil, neredeyse 4-5 senedir düzenli olarak ortada olan bir şey. Ama bunun karşılığı olan toplumsal reaksiyon ortaya çıkmıyor. Zaman zaman sosyal medyada, “Asıl gündem bu. Hadi bunu konuşalım. Tek bunu konuşun. Diğer şeyleri hiç konuşmayın. Vatandaş çok zor durumda. Mutfaktaki yangın. Boş tencere. Durmadan bunu konuşalım” söylemleri trend oluyor. Ama ekonomi politikalarının yarattığı toplumsal gerilimden doğacak politik etki, bunları konuşarak olmuyor. Bunların politik sonuçlar doğurmasıyla oluyor. Bu politik sonuçları doğurmanın da iki yolu var: Birincisi kendiliğinden gelişen birtakım reaktif hareketler. Meselâ çiftçi eylemlerini, çeşitli yerlerde işçi direnişlerini görüyoruz. Bunlar bir bütünlük ve organizasyon içermiyor. Kendi başına küçük küçük, saman alevi gibi yükseliyor, iniyor. Ama çok sayıda olduğunu görüyoruz. Ya da bu toplumsal dinamiği arkasına alan, buna alternatif öneren ve bunu bayrak ederek ilerleyen bir muhâlefet pratiği gerekiyor.
Türkiye’de ve dünyada da, ama Türkiye’de daha net ve belirgin biçimde bunun işlemediğini görüyoruz. Dolayısıyla iktidar sâhiplerinin, ekonominin kendilerini sıkıntıya sokan taraflarıyla uğraşırken, bunun politik mâliyetiyle ilgili hâdiseleri o kadar da önemsemediklerini, bunu idâre edilebilir bulduklarını görüyoruz. Seçmen, 2024 seçiminde bunun aslında bir politik mâliyeti olabileceğini işâret etmiş olmasına rağmen, geçen sürede bunu çok kolay kontrol edebileceklerini, çok büyümeden kontrol edebileceklerini, Mehmet Şimşek gibi bir faktörü kullanarak güç merkezlerine en azından bir süre kredi açtırabileceklerini, muhâlefeti de biraz sâkin durmaya, sırasını beklemeye iknâ edebileceklerini, “normalleşme” ile eğleyebileceklerini gördüler. Şu anda yaşadıkları problem, “Bu vatandaş çok zor durumda. Bu vatandaşa bir şey yapmamız lâzım. Mehmet Şimşek bir şeyler yapıyor, danışmanlar da başka bir akıl veriyor. Bu konuda da bir politik gerilim var” değil. Kendi iç çatışmalarının, hattâ bu durumdan para kazanmaya devam eden sınıfın kendi küçük dar gruplarının arasındaki mücâdeleyle ilgili. Fâiz politikası, kredi politikası ve benzeri şeyler, çalışanların, yoksulların değil hâkim sınıfın çeşitli gruplarının öncelikleri açısından başka anlamlar taşıyor. Dolar yükselince birileri biraz daha fazla kazanıyor, fâiz yükselince diğerleri biraz daha fazla kazanıyor. Sanâyi burjuvazisi için bu başka bir şey, finans kapital için başka bir şey.  Dolayısıyla bu tür çatışmalardan, ekip farkları ortaya çıkıyor. Sosyal politikalar savunan bir kanat güçlenirken, öbürüne muhâlefet ediliyor değil. Tam tersine, kavga bu dar grupların adamları arasındaki problemlerden ortaya çıkıyor. Mehmet Şimşek meselesinin arka planına ilişkin çok fazla şey bilmiyorum; ama “Damat” olayından bugüne gelinceye kadar olan bütün değişiklikler, temel meseleye ilişkin, insanların yaşadıklarına çâre bulmak için değil –sen soruyu öyle sorduğun için söylüyorum–, çeşitli şikayetlere çözüm bulmakla ilgili.

Ruşen Çakır: Yanılıyorsun Kemal. Danışmanlar orada Mehmet Şimşek’e: “Halkımız eziliyor. Halkımız biraz nefes alsın diye seni getirdik, yapamıyorsun. Bize sürekli şikâyet geliyor. Sokağa, çarşıya, pazara çıkamıyoruz” demişler. Ama sen olayı burjuvazi içerisindeki çekişmeye getirdin. Yapma böyle. Ucuz solculuk yapıyorsunuz arkadaşım!  Şimdi muhâlefete de taş attın. Konuya geleceğiz. Kadri, meselâ CHP yarın Gaziantep’te Fıstık Mitingi yapıyor. Fıstık gibi muhâlefet. Nesini beğenmiyorlar? Ne diyorsun?
Kadri Gürsel: Buradan CHP’ye mi geçmiş oluyoruz?

Ruşen Çakır: CHP’ye geçelim. Ülkede alt-orta sınıf hızla eriyor. Alttakiler iyice çâresiz kalıyor. Kemal’in söylediği gibi, yukarıdaki farklı kesimler de, “Doları artırın. Doları baskılayın” diyerek çıkar kavgası yapıyor. Ama biz CHP’yi konuşuyoruz. Bazı kanallar varmış, TV100 galiba; eskiden CHP’de milletvekilliği yapmış birtakım insanlarla, sürekli CHP üzerine programlar yapıyorlarmış.
Kadri Gürsel: Eski meslektaşlarımız; hâlâ araçsal olarak gazetecilikten faydalanıyorlar diyelim. Cumhuriyet Halk Partisi, TV100 gibi kanalların “Cumhuriyet Halk Partisi fokurduyor”, “Cumhuriyet Halk Partisi kaynayan kazan”, “Birbirlerini yiyorlar” minvâlinde programlar yapmasını önlemek istiyorsa, 7 Kasım’dan sonra ve öncesinden de başlayarak içine girdiği tuhaf durumdan çıkması lâzım. O tuhaflık da şu — bizim siyâsî kültürümüzde pek olmayan bir şey: Cumhuriyet Halk Partisi bir cumhurbaşkanı adayı belirleyecek; bu durumda Türkiye’de siyâsî teâmüller ve Türkiye’deki çokpartili rejimin uzun yıllara dayanarak yerleştirdiği siyâsî kültür, bu adayla genel merkez arasında bir uyum olmayacaksa, bu adayla genel başkanın aynı kişi olmasını emreder. Bir uyum olması çok zor gözüküyor. Bugün Cumhuriyet Halk Partisi’nde üç faktör var. Bunlar değişken. Biri Genel Merkez, biri İmamoğlu, diğeri de Kılıçdaroğlu. Cumhuriyet Halk Partisi’nin bu açıdan kendisine bir an önce öngörülebilir bir yol çizmesi lâzım. Bu tartışmanın selâmetle aşılması lâzım Cumhuriyet Halk Partisi’nde. Aşılabilir de pekâlâ. Aşılması için de aktörlerin burada kendilerine rol biçmeleri ve inisiyatif almaları gerekiyor. Son zamanlardaki konuşmalara, tavır ve davranışlara bakarak, İmamoğlu cephesinden bu yönde bir hareket gelmekte olduğunu hissediyorum.
Yanılmıyorsam, 6-9 Eylül’de Tüzük Kurultayı var. Tüzük Kurultayı’nın seçimli kurultaya dönüşmesi ihtimâli, en azından 1400 delegenin beşte birinin imzâsını taşıyan bir dilekçeyle yapılması ihtimâli ortadan kalktı. Bunun süresi doldu. Artık sâdece Genel Başkan Özgür Özel bunu yapabilir. Yapamasa da şöyle bir tablo çıkacak ortaya: İmamoğlu’nun söylediklerine ve yaptıklarına bakalım: 2023’te Eylül ya da Ekim’de –ki o târihte Cumhuriyet Halk Partisi’nin Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’ydu– Cumhuriyet Halk Partisi’nin 100. Kuruluş Yıldönümü nedeniyle yapmış olduğu konuşmada İmamoğlu, “Cumhuriyet Halk Partisi değişirse Türkiye de değişecek” gibi bir ifâde kullandı. Geçtiğimiz günlerde Cumhuriyet Halk Partisi’nin İstanbul İl Başkanlığı bir Tüzük Çalıştayı düzenledi. Bu Tüzük Çalıştayı’nda da o ifâdesine atıfta bulundu: “CHP değişecek ve Türkiye de değişecek” diye bir açıklama yaptı. Öyle görünüyor ki Cumhuriyet Halk Partisi yeterince değişmemiş herhalde. Biz İmamoğlu’nun sözlerinden bunu anlamak zorundayız. Ama Kılıçdaroğlu gitti, Genel Merkez değişti. Yeni bir genel başkan var: Özgür Özel. İmamoğlu’nun “CHP değişecek ve Türkiye de değişecek” demesi çok iddialı bir söz.
Diğer taraftan çeşitli egzersizler görüyoruz. Çeşitli raporlar çıkıyor ortaya. Tüzük Kurultayı’nda, partideki seçim mekanizmalarının, özellikle milletvekili adayı olsun, belediye başkanı olsun, başkan adayları olsun, seçimle işbaşına gelen mevkilere partinin göstereceği adayların belirlenmesinde, önseçimin esas ve kural olması gerektiği yönünde bir eğilim ve baskı var. Tüzük Kurultayı’nda bu yönde bir tartışma ve bu yönde bir siyâsî rekabet ortamı oluşabilir Genel Merkez’le kim arasında? İşte o önemli. Gördüğüm kadarıyla İmamoğlu arasında. Peki İmamoğlu neden Kemal Kılıçdaroğlu’yla görüşme talep etti ve Kemal Bey İmamoğlu’nu evinde kabul ederek görüştü? Bu da ayrı bir soru işâreti. Bununla ilgili çeşitli kulis bilgileri yansıdı. Yansıyan kulis bilgilerinden bu görüşmenin Kurultay’a dönük bir görüşme olduğunu anlıyorum. Ben onları tekrarlamak istemiyorum burada, değerli kulis bilgileri olabilir. Zâten iki taraf da kendilerine yakın olan gazetecileri bu konuda bilgilendirmişlerdir. Onlar da bir şekilde Cumhuriyet Halk Partisi’ne yakın medya aracılığıyla kamuoyunu bilgilendiriyorlar. Olup bitenleri göreceğiz; ama Kılıçdaroğlu meselesinin öneminin de anlaşıldığı görülüyor. Kılıçdaroğlu’nun ve Kılıçdaroğlu’nun temsil ettiği tabanın, parti işlerliğine eklemlenmesi gerekiyor. Bunun adını koymak lâzım. Bâzı meslektaşlarımız, “Kılıçdaroğlu bir sosyolojiyi temsil ediyor” diyor. Sosyoloji değil bu. Bir köken, kültürel çevre, Alevî çevresi, CHP’deki Alevîler. Alevîler Genel Merkez’de de var, İmamoğlu’nun etrâfında da var. Ama Kılıçdaroğlu’na atfedilen ve Kılıçdaroğlu’nun bugün hâlâ parti içindeki iddiasını sürdürmesine imkân veren taban, daha ağırlıklı bütünsellik içeren taban, bu taban. Bir de tabiî Özgür Özel’in, Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlıktan tasfiyesi sırasında Kılıçdaroğlu ile berâber tasfiye ettiği belediye başkanları var. Kılıçdaroğlu’nu destekleyen hemen herkes tasfiye edildi Cumhuriyet Halk Partisi’nde. Bu çok sert ve dışlayıcı bir tutum oldu. Partinin yoluna sağlıklı bir şekilde devam edebilmesi için, bu insanların Cumhuriyet Halk Partisi’nde yeniden işlerlik ve pozisyon alması gerekiyor. Sanıyorum bütün bu çerçevede oluşan bir ön hazırlık var. Tüzük Kurultayı’nda, Genel Merkez’le İmamoğlu arasında bir rekabet ortamı oluşacak. Ben öyle görüyorum.
Şu aşamada eğer “CHP değişecek, Türkiye de değişecek” sözünün karşılığı, İmamoğlu’nun, son zamanlarda sirkülasyona çıkan birtakım kulis bilgilerinde olduğu gibi, muhtemel bir siyâsî yasağı zorlaştırmak için Cumhuriyet Halk Partisi genel başkanlığını istemesiyse, böyle bir amaç güdülüyorsa, bunun da bir zemininin hazırlanması lâzım. Bir mesnet üzerine inşâ edilmesi lâzım. Bu böyle açıklanamaz, böyle de meşrûlaştırılamaz. “Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı ben olayım. Çünkü bana siyâset yasağı getirilebilir. Eğer Cumhuriyet Halk Partisi’nin genel başkanı olursam siyâset yasağı getirilmesi zorlaşır. Bunu göze alamazlar” gibi bir akıl yürütmeyle olmaz bu iş. Partinin nereye gideceği, nasıl yönetileceği ve ne olacağına dâir bir siyâsî ayrışma ve siyâsî tartışma gerekiyor. İşte bu Tüzük Kurultayı, o tartışmanın yaratılacağı, inşâ edileceği, belki de bunun mühendisliğinin yapılacağı bir yer olabilir. Bu programda daha önce de söyledim: Genel Merkez’in siyâset yapmak, Özgür Özel’in etkili gerçek bir genel başkan olmak istemesi kadar doğal ve meşrû bir hak olamaz. İmamoğlu çevresinin, Özgür Özel siyâset yapıyor diye bundan rahatsız olmaya da hakkı yoktur. Dolayısıyla en doğal şey, İmamoğlu’nun Cumhuriyet Halk Partisi’nin genel başkanı olmasıdır. Bu doğal bir şey. Ama buna haklı, geçerli bir neden bulmamız lâzım. O nedenler de belki zamanla ortaya çıkacaktır. Bu konuda İmamoğlu’nun, partinin yönetiliş şeklinden rahatsız olduğuna dâir birtakım duyumlar yayılıyor ortaya. Kılıçdaroğlu ve İmamoğlu arasında, bu mânâda beklenmedik bir ittifak zemini de yoklanıyor olabilir. Her şey mümkün açıkçası. Netîcede benim gördüğüm, İmamoğlu’nun Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı olmak açısından, yâhut cumhurbaşkanlığı adaylığı iddiasını ideolojik ve politik bir bağlama oturtmak açısından, hazırlıklı, planlı bir hamle içinde olduğudur.
Ayrıca bir dipnot düşeyim: Bu iktidârın, olası bir seçimi, 2025 olmasa da 2026’da yapılacak bir erken seçimi kesinlikle İmamoğlu’nun kazanacağını görmesi hâlinde, İmamoğlu’na karşı kendi tedbirlerini almak isteyeceğini düşünüyorum. “CHP Genel Başkanı’nı siyâsetten yasaklayamazlar” gibi bir varsayımın gerçekçi olmadığı kanaatindeyim. Bu iktidar, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı’nı öldürmeye kalktı. Bu kadar açık. Çubuk’ta yaşanan neydi? İktidârın gözü önünde linç girişimi oldu. “Yakın, yakın!” sözlerine rağmen, orada seyredildi bu olay. Bir müdâhale bile olmadı. “Öldürmeye kalktı” derken, bir lince göz yumdu. Orada çok açık ve net bir şekilde bir linç girişimi uygulandı. Erzurum’da yüzlerce kişi İmamoğlu’nu konuşturmamak için taşlı saldırı organizasyonu içinde rol aldılar. İmamoğlu soğukkanlı davranmasaydı çok başka noktalara gidebilirdi iş. Dolayısıyla, “Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı’nı siyâseten yasaklayamazlar. Siyâset yasağı getiremezler” demek, böyle bir varsayımdan hareket etmek, bence çok gerçekçi değil. İmamoğlu eğer Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı olmak istiyorsa, bu nedenle değil, Cumhuriyet Halk Partisi’nde şu an yaşanan sorunun giderilmesi, çözülmesi için Genel Başkan olmalıdır. Belki de Tüzük Kurultayı’ndan sonra göreceğiz bunu. Belki orada bir tartışma olacak ve partinin yönetilme biçimi konusunda ciddî bir anlaşmazlık olduğu izlenimi ortaya çıkacak. Belki böyle bir senaryo uygulamaya konulabilir. Netîcede delegeye bakar. Yeter sayıda imzâ toplanırsa, parti olağanüstü kurultaya da gidebilir. Her şey mümkün Cumhuriyet Halk Partisi’nde; çünkü zaman da azalıyor. Ben, Cumhuriyet Halk Partisi’nin ne yapıp edip bu sorunu çözmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu konuda Kılıçdaroğlu’nun da artık yenilgi hazımsızlığı veyahut parti içindeki aktörlere, İmamoğlu’na veya Özgür Özel’e duyduğu öfke ve hıncı bırakıp, bu konuda yapıcı bir tutum alması gerektiği kanaatindeyim. Bunu yaparsa, belki bir nebze olsun kendisine yönelik tepkileri de azaltması mümkün olabilir.

Ruşen Çakır: Kemal Bey, siz ne diyorsunuz? Kemal Bey yapar mı Kadri’nin dediğini? Açıkçası ben hâlâ Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP’de oyun kurucu ya da oyunun belirlenmesinde etki edici bir aktör olabilmesini anlayamıyorum. Kadri kulislere çok daha hâkim.
Kadri Gürsel: Ben kulislere hâkim değilim. Buna eskiler “târizde bulunmak” derler. Bana târizde bulunuyorsun. Ben kulislere falan hâkim değilim, olmak da istemiyorum. Tam da senin kulis haberciliği konusundaki îtirazların nedeniyle. Bu konuda ben olan bitene ve söylenene bakıyorum. Bilgime ve tecrübeme güveniyorum. Çünkü kulis olarak ortaya dökülen şeyler, bir süre sonra ya asılsız oluyor ya da gerçekleşiyor. Gerçekleştiği anda benim bilgime dönüşüyor. Ben de bundan faydalanmak amacını gütmüyorum. O bir gerçekliğe ve bilgiye dönüştükten sonra benim için veri teşkil ediyor. Neyse, tamam, burada susayım.

Ruşen Çakır: Haklısın diyeyim. Kemal, ne diyorsun? Şunu söylemeye çalışıyorum: CHP, yıllar sonra birinci parti oldu, bilmem ne kadar belediye aldı. Ne derdi var? Hâlâ neyi paylaşamıyorlar? Böyle basit bir soru var kafamda. Bu sorunun cevâbını verebilmiş değilim. Neyi paylaşamıyorlar Kemal?
Kemal Can: Mesele bir süredir çok konuşulduğu için, sen de tabiî böyle bir pencereden açıyorsun tartışmayı. Aktörler bazında baktığında, kimin ne kadar önemli olduğu konusu bu kadar belirleyici olmalı mı? Birilerinin iddia ettiği gibi aday, lider ya da aktörler çok belirleyici mi? Son zamanların moda tâbiriyle, “seçmenle doğrudan ilişki kurabilen siyâsî aktörler” gibi birtakım kalıplar var. O kalıplara birtakım insanlar yerleştiriliyor. Birden, bütün kurumsal yapılar, ülkenin siyâsal hikâyesi, belirli politik hatlarının hiçbiri önemli değilmiş, sanki seçmen bir star çıktığında birdenbire onun peşine takılıyormuş ve politik dengeler tamâmen yeniden kuruluyormuş gibi bir tez ileri sürülüyor. Geçmiş dönemde de böyle şeyler oldu. Bunu özel olarak arayan, bunun aranması gerektiğini iddia eden siyâsî akıllar çok popülerleşti. “Bu aktör niye önemli? Bu aktörü niye konuşuyoruz? Artık bunun devri bitti. Şunun devri başlıyor” gibi kişi bazlı siyâset konuşmaya çok alıştık. 2018’den îtibâren, muhâlefetin bu iktidar karşısında ancak bir maymuncuk bularak, ancak her şeyi açacak bir anahtar bularak ya da acâyip bir numara bularak başarı kazanabileceği, aksi takdirde asla seçim başarısı kazanamayacağı inancıyla, muhâlefet bir tür fikren hapishâneye tıkıldı. Tımarhâne de diyebiliriz buna. Oradan bir türlü çıkılamıyor. Yenilgi aldığında da çıkamıyor, zafer kazandığında da çıkamıyor. Bu tımarhâneden tezler üretiliyor.
Ama işin özeti şu: “2023’te yenilmiş, 2024’te büyük bir zafer kazanmış, şimdi de Türkiye’nin birincisi olan partinin ne meselesi olabilir?” diye sorduğun zaman, asıl büyük mesele bu. Hemen hemen aktör bazlı bütün değerlendirmelerde, 2023’te olanın da 2024’te olanın da aktörlere ve vitrindeki birtakım değişkenlere bağlı olarak gerçekleştiği inancı var. Hâlâ, olanın neden olduğu, olmayanın niye olmadığı konusundaki tartışma, derinlikli ve sıhhatli bir tartışmaya dönüşmüş değil. Dolayısıyla şimdi de kaçınılmaz olarak mesele bunun etrâfında dönüyor. “Kılıçdaroğlu niye önemli?” diye soruyorsun ya? Kılıçdaroğlu şahıs olarak çok önemli olmayabilir. Şu anda çok iddialı bir pozisyonda da olmayabilir, çok yıpranmış da olabilir. Ama Kılıçdaroğlu’nun adaylığı süreci ve onun sonrasındaki tartışma, onun sonrasındaki değişim tezlerinin yüklendiği şeyler ve Kılıçdaroğlu’nu eleştirmek ya da ona karşı olmak üzerine kurgulanmış bütün hikâyede hırpalanan birkaç şey vardı. Birincisi: O dönemde Kılıçdaroğlu karşıtlığının temel iddialarından biri, kurumsal bir yapı olarak CHP’nin artık hiçbir anlamının olmadığı, CHP’nin sâdece seçmeniyle ve mevcut bâzı kadrolarıyla, kazanabilecek bir aday bularak bambaşka bir sürece girmesi, hattâ mümkünse kurumsal olarak etkinliğinin iyice zayıflatılması tezine dayanıyordu. Saraçhâne hikâyesinin arkasındaki şey şuydu: “Kurumsal yapılar önemli değil. Bir tâne kazanacak aday olacak ve zâten seçmen de onun arkasına gidecek. Zâten sistem, başkanlık sistemi. Bu tartışmaların arkasındaki sistem değişikliği, parlamenter düzen, hepsi de palavra. Asıl olan kazanmaktır. Kazanmanın yolu da budur.” Bu tartışmanın böyle devam ettirilemeyeceği anlaşıldı. CHP’nin kurumsal yapı olarak bir şey yapması, orada siyâset yapan ve orada değişim iddiasını ileri sürenler tarafından değil, bizzat seçmenin işâret ettiği…

Ruşen Çakır: Kemal’in bağlantısında bir sorun oldu. Zâten bol miktarda Kılıçdaroğlu’nu savunuyordu, konuşmasa da olur. Şaka bir yana, şimdi tekrar bağlanır.
Kadri Gürsel: Tamam, bağlanıyor.
Kemal Can: Yakışıksız şakanı da duydum bu arada Ruşen. Şimdi ben de Roma gezisinden mi başlayayım yani?

Ruşen Çakır: Neyse, sen devam et.
Kemal Can: Devam ediyorum zâten. Gayet net biçimde, seçmenin, hattâ CHP’li olmayan seçmenin bile söylediği bir şey var: “Bir kurumsal yapı var. Kurumsal yapının arkasında oyuyla oluşan destekle, burada bir şey yapın. O zaman bu hakîkaten bir iktidar seçeneği olabilir”. Ama bunu aktörlerin hiçbiri kendi başına becermiş değil. Kendisi mi akıl etti yoksa çevresindekiler mi bilmiyorum ama, İmamoğlu bunun gereği olarak bâzı adımlar atmaya çalışıyor. Bir ara kendisine, “Boş ver CHP’yi, MHP’yi. Sen kendi başına yürü” diye söylenen sözler vardı. Hattâ hatırlarsanız, Akşener, “Korkaksınız. Cesâret edemediniz” dedi seçimden sonra. “Siz çıkın yürüyün. Aday olun. Biz de arkanızdayız. Herkes de arkanızda olur. Buna cesâret etmeniz gerekir” demişti. Şimdi, tam tersine, bunun cesâret edilecek bir şey olmadığını, bunun doğru bir şey olmadığını fark edip, eğer bundan sonra politik olarak iddiasını sürdürecekse, bu yoldan yürümenin pek mümkün olmadığını gördüğünü düşünüyorum İmamoğlu’nun. Bunu kulislerden değil kendi gözlemimle görüyorum. Meselâ belirli bir sözcülüğe aday olan televizyon yorumcusu tayfanın, “Kılıçdaroğlu artık niye evine gitmiyor? Neden gidip torunlarını sevmiyor?” derken, son birkaç haftadır “Kılıçdaroğlu önemli bir şahıs. CHP açısından önemli bir denklem unsuru. Tabiî ki onu dikkate almak lâzım” demeye başladıklarını görüyoruz. Kulise ihtiyâcım yok. Bu adamlar bir zaman önce bunu diyorlardı, şimdi başka bir şey diyorlar. Demek ki bir şeyler değişmiş olmalı. Bu değişen şeyin ne olduğu konusunda bir fikrim var.
Dolayısıyla, Kılıçdaroğlu’nun kendisinin önemli olup olmaması değil mesele. Özellikle 2023 seçiminden sonra, Kılıçdaroğlu’nu hırpalamak amacıyla, Kadri’nin de söylediği gibi, başta Alevîler olmak üzere son derece rahatsız edici bir saldırganlıkla yorumlar yapıldı. Hatırlarsanız, “Kılıçdaroğlu aday olmayacak, olamaz, kazanamaz, aday olmamalı” tezlerini sâdece anketlere dayandırıyorlardı. Ama bu tezlerinin gerekçesini söyleme cesâretini göstermiyorlardı. Kılıçdaroğlu’nun seçimde aldığı yenilgiden sonra birden üstlerindeki yük kalkmış gibi saldırdılar; acâyip acâyip suçlamalarda bulundular. Artık bunun düzeltilmeye, telâfî edilmeye, hattâ yapılmış olan bu hatânın tâmir edilmeye çalışıldığını düşünüyorum. Bu, Kılıçdaroğlu’nun özel olarak çok önemli olup olmamasıyla ilgili bir mesele değil. Bu, yolun dikensiz ve öyle yürünüp gidilecek bir yol olmamasından kaynaklanıyor. Özellikle 2024 seçiminde CHP’nin ortaya çıkan potansiyeli, toparlamak ve devam etmek zorunda kalacağı, dolayısıyla sorumluluğunu artırdığı bu potansiyel, kişileri dışlayarak, “Bu önemsiz bir aktör”, “Zâten bunun devri bitmiş”, “Bunu da dikkate almayın”, “Bu da romantik”, “Bu da hayâlci” gibi suçlamalarla onu bunu silkeleyerek gitmenin mümkün olmadığı bir yol. Bu yolun herhangi bir yerinde hâlâ iddia sâhibi olan birileri varsa, bu adımları atması gerekiyordu. Şimdi galiba bunlar yaşanıyor. Dolayısıyla ben süreci biraz böyle görüyorum. Ama bu ne kadar işe yarayacak ya da bunun devâmı nasıl gelecek onu bilmiyorum.
Asıl meseleye değinerek bitireyim. Çünkü yine mesele kişiler bazında. Biraz önce Kadri çok anlaşılır bir özet yaptı. Yine birileri kendi yolu açısından problem olan şeyleri temizlemek ve o yolun daha güvenli yürünür hâle dönüşebileceği adımları atmakla ilgileniyor. Ama yine kendi siyâsî hikâyesiyle ilgili bir şey bu. İlk turda da konuştuğumuz gibi, bu ülkenin asıl ihtiyâcı olan şey, eğer bir seçimi kazanmak gibi bir iddia varsa, “At mı önde araba mı önde?” meselesindeki gibi, iktidar olabilmek için önce muhâlefet olmanız gerek. Muhâlefet olmak için de bir sözünüz olması gerek. Erdoğan, belki de muhâlefetten en az rahatsızlık duyduğu ayları geçiriyor 2024 yerel seçim yenilgisinden sonra. Ekonomik olarak en kötü durumda, oy seviyesi olarak târihinin dibinde, başlangıç oyunun altına düşmüş durumda.

Ruşen Çakır: “Ama rahat” diyorsun.
Kemal Can: En rahat dönemini yaşıyor. Yaşamadığını söyleyen varsa, yaşadığı rahatsızlık nedir onu söylesin. Dolayısıyla burada çok ciddî bir mesele var. Hatırlarsanız, 2023’te “Anketler yanılttı” denilerek anketçiler günah keçisi îlân edilmişti. Bir de, “Olabilir, Kılıçdaroğlu da kazanabilir. Önemli olan başka bir şey” diyen bizleri hırpalarken, “Olabilir” diyen anketçileri de hırpalamışlardı. Şimdi anketçiler yeniden prestij kazandılar. CHP’nin “Şu anda doğru yoldayız” tezi neye dayanıyor? “Anketlerde durum aynı. Anketlerde bir kaybımız yok.” Ama anketlere yaslanarak sâdece genel bir kanaati, herkesin şu andaki stabil durumunu ölçmüş oluyorsunuz. Anketleri referans alırsanız ve anketleri bir rehâvet unsuru olarak kullanırsanız, “Biz doğru yoldayız” sözünün garantisi ya da bunun kanıtı sayarsanız, çok yanlış bir şey yaparsınız.

Ruşen Çakır: Orada şöyle bir sorun var Kemal. Son dönemde birbirinden farklı epeyce anket gördüm. AKP’nin oylarında azalma var. Bu daha çok, yüksek olan “kararsız” ve “oy vermeyeceğim” diyen seçmenden kaynaklanıyor ve büyük bir kesiminin de iktidar seçmeni olduğu söyleniyor. CHP birinci parti, ama CHP’nin oy oranı artmış değil.
Kemal Can: “Birinciliği koruyor” diye iyi yoldayız demek ki.

Ruşen Çakır: Hattâ gördüğüm kadarıyla İl Genel Meclisi’nde aldığı sonucun da gerisinde gösteriyor anketler. Ama birinci parti olarak durduğu için, onu bir başarı olarak görüyorlar. Bu arada, Zafer Partisi’nin oyları biraz artmış gözüküyor. CHP faslını kapatmadan, muhakkak söylemek istediğim bir şey var. Bu, kayıtlara geçsin: Suavi’nin Seydişehir’deki konserinin CHP’li belediye tarafından iptal edilmesi. Nasıl yaptıklarını da biliyorsunuz. Ülkü Ocakları, Belediye Başkanı’na gidip “Konseri yapmayın” diyor. Belediye Başkanı da iptal ediyor. Çok acâyip, çok ayıp bir şey. Biliyorsunuz, birkaç gün önce Suavi Beykoz’da konser verdi. Ülkücüler konseri sabote etmeye çalıştı. Bereket, ciddî bir sorun olmadı. Biz düne kadar “İktidar konser yasaklıyor” diyorduk. Şimdi bir bakıyoruz: CHP’li belediye Suavi konserini yasaklamış. Üstelik Suavi, deprem bölgesinde, Hatay’da tek başına çalışmış, gerçekten örnek bir adam. Adamı terörist îlân ettiler ve CHP eliyle de konserini iptal ettiler. Neyse. Şu anayasa meselesini hızlıca bir konuşalım.
Kadri Gürsel: Ruşen, CHP faslını bitirmeden iki üç cümleyle kristalize etmem lâzım. Özgür Özel Genel Başkan olduktan sonra: “Artık karar da güç de yetki de teşkîlâtta” demişti. Aradan 10 ay geçti, bir “normalleşme” söylemi başlattı. Kılıçdaroğlu’ndan farkını ortaya koymak için belki bu teşkîlât övgüsünü yapmak zorunda hissetti kendini. Normalleşmeyi de yine bence Kılıçdaroğlu’dan farklı olduğunu göstermek için yaptı. Ama normalleşmenin sonunu iyi getiremedi. Yönetemedi ve sırtında kaldı bu yük. Bundan da kurtulamıyor. Özgür Özel CHP’sinin yaptığı muhâlefeti, sert muhâlefet ve ılımlı muhâlefet gibi bir ayrım kurmuyorum kafamda. Özgür Özel hafif muhâlefet yapıyor. Bence doğru ikilem, ağır muhâlefet ve hâfif muhâlefet olmalı. Sert muhâlefet veya ılımlı muhâlefet değil. Aslında ağır muhâlefet yapması gerekiyordu. Pekâlâ ağır muhâlefet yapabilirdi. Ama ağır muhâlefet yapmayı beceremedi Özgür Özel; hafif muhâlefet yaptı. Bu açıdan da ben İmamoğlu’nun, kendisi açısından şartların olgunlaştığını görmekte olduğunu gözlemliyorum. Kılıçdaroğlu’na yaklaşması da bence bu nedenden kaynaklanıyor. Eğer İmamoğlu’nun aklında genel başkanlık varsa, bunu Kılıçdaroğlu’nun desteği olmadan gerçekleştiremez. Bunu da herhalde gördü. Çünkü Kılıçdaroğlu’nun hâlâ delege üzerinde belli bir gücü var. Meclis Grubu’nda da gücü var. Partideki Alevîlerden de bahsetmiştik. Aslında Kılıçdaroğlu’nu bugün bu noktada tutan güç de o. Aynı zamanda mağdurlar da, Özgür Özel Genel Merkezi’nin mağdur ettiği kesimler. Bunda İmamoğlu’nun da dahli var, o ayrı mesele. Buradan nereye gideriz CHP içinde? Bence burada Kılıçdaroğlu anahtar rolünü oynayacak, öyle gözüküyor. Bakalım ne yöne dönecek bu anahtar?

Ruşen Çakır: Şu anayasa meselesine hızlıca bir değinelim. İktidârın, gündemi tekrar ele geçirmek amacı da var tabiî. Anayasayla meselesini iyice gündeme taşıyacak. “Özgürlükçü ilk sivil anayasa” diyorlar. Ama 12 Eylül Anayasası epeyce değişti süreç içerisinde. Özellikle Avrupa Birliği sürecinde çok ciddî bir şekilde değişti. Türkiye’nin temel sorunu, anayasadan çok, anayasanın uygulanma şekli — Can Atalay olayında gördüğümüz gibi. Medyascope olarak YouTube’dan bir anket yaptık: “Sizce Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyâcı var mı?” diye sorduk. 5700 kişi oy kullanmış, bayağı yüksek bir rakam. Oy kullananların % 68’i “Hayır”, % 27’si “Evet” dedi. 200’ü aşkın yorum var. O yorumlarda da insanlar genellikle, “Önce var olan anayasa uygulansın” diyorlar. Bir de tabiî çok ciddî bir şey var: İnsanların iktidâra güvenmedikleri — en azından ankete cevap veren insanlar. “Yeni anayasa değil yeni bir hükûmet, yeni bir iktidar” talebi var.
Bir iddiaya göre AK Parti, Cumhur İttifakı, anayasa taslağını da hazırlamışlar galiba. Her ne kadar “Şunlara danışıyoruz, bunlara danışıyoruz” deseler de, ellerinde hazır bir şeyler var belli ki. Orada da şöyle bir şey yapacağa benziyorlar: “İlk dört maddeye dokunulmayacak tabiî ki” diyerek, sonra da birtakım nüanslarla birçok şeyi kontrol altına almak isteyecekler. Ne diyorsunuz? Kemal, yeni bir anayasa lâzım mı? Şu da var tabiî: Bizim “lâzım” deyip demememiz önemli değil. Belli ki Erdoğan da MHP de istiyor. Türkiye’de yeni bir anayasa yapabilirler mi?
Kemal Can: Anlaşılan o ki, yeni anayasa istemelerinin nedeni, anayasayla ilgili çok fazla bir meseleleri olması değil. Aslında geçen seçimde de anayasa değişimini kullanmak istediler. Sonra hangi nedenle olduğunu bilmiyorum, öbür araçlar daha kolay ve kullanışlı gelmiş olmalı ki, anayasa meselesini o kadar çok öne çıkartmadılar. Ama anayasayı bir politik manivela olarak kullanmak ve özellikle muhâlefeti yönetmek ya da bozmak için araç hâline dönüştürme niyeti vardı. Şimdi CHP’nin 2024 îtibâriyle birinci parti olduğu, anketlerde yüksek çıktığı bir vâkıa, ama Meclis’te CHP’nin o büyüklükte bir kontrol etkisi yok. Daha önce birtakım açıklamalar yapılmış olmasına rağmen, gelebilecek bir anayasa değişikliğinin, hangi ikilemi dayatarak, hangi kutuplaştırma atmosferinde dayatılacağını bilemediğimiz için, Meclis’teki diğer partilerin nasıl pozisyon alacağını kestirmek zor. Ama şu andaki aritmetikte, iktidârın anayasa değişikliği yapabilmesi, ya muhâlefete bir şey vermesi, bir pazarlık yapması ya da onları mecbur bırakması veya parçalayabilmesiyle mümkün.
Anayasa sürecini bir tartışma olarak kullanmak istiyorlarsa, anayasayı yapmak değil de, tartışma olarak bir gündem kontrolü ve onun içerisinden yeni bir kutuplaştırma üretmek için kullanma niyetleri varsa, bunu yapabilirler. Anladığım kadarıyla, galiba ilk etapta hazırlık bununla ilgili. Muhâlefetin “Hayır” diyemeyeceği ve kimi zaman kulis bilgisi olarak gündeme gelen “yarı parlamenter sisteme geri dönüş” ya da “başkanlık rejimini biraz daha revize etmek” gibi, muhâlefete havuçlar sunacak kıvamda bir şey getirirlerse, gündemde bir bocalama, bir dalgalanma yaratabilirler. Ama şu andaki aritmetikte bir anayasa değişikliğinin zemini yok. Bu aritmetikle mümkün değil. Zâten referanduma götürecek çoğunluğu bile bulmaları mümkün değil. Ama anladığım, bunu kullanacaklar. Ben o yüzden anayasa değişikliğinden ziyâde bu sürecin, siyâsî gündemi ele geçirmek –gündem değiştirmek demiyorum–, gündemi yönetmek açısından devreye gireceğini ve oradaki havaya göre bir yön üretileceğini, bir yön bulacaklarını, öyle bir hazırlık olduğunu düşünüyorum. MHP de sert biçimde hâdiseye dâahil oluyor yavaş yavaş. DEM Parti’ye söylediklerini de hatırlayalım. Önümüzdeki günlerde, Kadri’nin deyişiyle “hafif muhâlefet” karşısında, iktidârın ağırlığını biraz daha koyabileceği enstrümanlardan biri olarak bu meselenin gündeme geleceğini, ama biraz sürece yayılmış, gidişâta göre yönü belirlenecek bir mesele olacağını düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Kadri Bey, siz ne düşünüyorsunuz?
Kadri Gürsel: Genel olarak Kemal’in söylediklerine ben de katılıyorum. Tekrarlamak gerekmiyor. İktidârın bir gündem kontrolüne ihtiyâcı var. Gündemi kontrol etmesi, yönetmesi ve üstünlük oluşturması lâzım. Yeni anayasa tartışması gündeminde aslında iktidârın murâdı, bu gündemin kendisine bu imkânı sunması. Ama artık öyle bir noktaya geldik ki, Türkiye’de: 7 yılda bir anayasa değiştiren bir ülke. Böyle bir ülke yok dünyada. Bu aslında Türkiye’nin, sonu gelmez, derin, çözümsüz krizler bataklığında debelenen bir ülke olduğunu gösteriyor. İlk anayasa değişikliği 2004’te AB’den müzâkere târihi alabilmek için yapılmıştı. Sonra 2010’da geldi. Otoriter rejimin kapılarını ardına kadar açtı. 2017’de bir otoriter rejim anayasası yani Başkanlık Rejimi Anayasası yapıldı. Şimdi ne anayasası yapılacak? Bu da bir soru işâreti. İktidârın murâdının, belki Erdoğan’ın politik sayacının tekrar sıfırlanması, Erdoğan’a yeniden cumhurbaşkanı adayı olma imkânı tanınmasıymış gibi görülebilir; “Arkasında yatan pratik neden varsa o da budur” denilebilir. Ama o kadar basit değil. Bir anayasa tartışması gündemiyle, hattâ olumlu bir gündem dahi yaratıyormuş izlenimi verip, bu olumlu gündeme muhâlefeti eklemlerlerse ne âlâ. O zaman zâten muhâlefeti iyice etkisizleştirecekler. Olumlu gündeme muhâlefeti katamazlarlarsa –sözde olumlu gündem tabiî; anayasa çerçevesinde olumlu gündem–, o zaman da muhâlefeti halka şikâyet etmek için bir gerekçeleri olacak.
Türkiye’nin anayasa diye bir problemi yok. Türkiye’nin problemi anayasasızlık aslında — Anayasa’ya uymamak, iktidârın Anayasa’yı takmaması. İktidar kendi yaptığı anayasaları takmıyor. Bu anayasaları uygulamadı. En son yaptıkları 2017 Anayasası’nı da uygulamıyorlar. Bir anayasa yapma şansları olur mu? Şu an Meclis aritmetiği bu anayasayı halk oylamasına götürmelerini izin vermiyor, yetersiz. Ama diyelim ki satın almalar yoluyla böyle bir sayıya ulaşabildiler. Ondan sonra bile bunun öyle çok kolay olacağını zannetmiyorum. Zâten Meclis’te de görülecektir. Erdoğan’ın, “Verin kardeşinize yetkiyi, görün” demesinin üzerinden kaç sene geçti? Kendisine yetki verildiğinde Türkiye’nin ne hâle geldiğini gördük. Çok da fazla söylenecek söz kalmadı. Ayrıca, anayasa yaparak ülkeyi krizden çıkarmanın mümkün olmadığını da görüyoruz. İlk önce ülkeyi krizden çıkarmak, düze çıkarmak, ülkeyi demokratik bir işlerliğe kavuşturmak, ülke ekonomisini düze çıkarmak, krizi çözmek, ondan sonra da demokratik hukuk devletine yaraşır bir anayasa yaparak bu çözümü konsolide etmek gerekiyor. Dolayısıyla ne yaparsanız yapın, dikiş tutmaz. Ayrıca yapabileceklerini hiç zannetmiyorum, içine mutlaka bir şeyler sokuşturacaklardır. Her zaman sokuşturdular.
 Bundan sonra bu iktidârın doğal anayasası, olsa olsa ilk 4 maddenin de değiştirildiği ve Türkiye’nin bir din devleti olarak îlân edildiği, resmî dininin İslâm olduğunun kayıtlara geçtiği, buna karşı çıkanın din dışı, din düşmanı îlân edildiği, muhâlefeti de dinsiz îlân ettikleri, böyle bir cehennem, distopik bir tablo olabilir ancak. Böyle bir tabloyu yaratıp önümüze koymak olabilir. Ama bunu yapacak güçlerinin ve yüksek ahlâkî zeminlerinin kalmadığı kanaatindeyim. Bu ancak, çok çok dehşetli bir fantezi, distopik bir durum olabilir birileri için. Anayasa tartışmalarının bir yere varacağını, hattâ iktidârın istediği yere varacağını düşünmüyorum.

Ruşen Çakır: Evet arkadaşlar, çok sağ olun. “Haftaya Bakış”ı burada noktalayalım.
Kemal Can: Kadri hatırlattığı için bir şey söylemek istiyorum: Erdoğan, “Verin yetkiyi” demişti 2015’te. Vatandaştan istemişti, yani seçmenden istemişti.
Kadri Gürsel: O 2017’de değil miydi? Seçmenden mi istemişti?
Kemal Can: Hayır. O 2015’teki “Verin 400 vekili” hikâyesiydi.
Kadri Gürsel: Düzelttiğin için teşekkür ederim. Yanlış kalmış aklımda.
Kemal Can: Ama şunu da ekleyelim: Vatandaş, seçmen ona yetkiyi vermedi; ama sonra yetkiyi başka yerden alarak devam etti yoluna. Yetki başka yerden geldi. Yetki evrildi, ama seçmen vermedi. Tam da orada “ağır muhâlefet” devreye giriyor. Türkiye’de gerçek bir ağır muhâlefet o zaman yapılmış olsaydı –eğer Kılıçdaroğlu eleştirilecekse burada eleştirmeli–, asıl muhâlefetin orada yapılması gerekiyordu. Çünkü seçmenin vermediği o yetkiyi, birisinin vermesine yol açıldı. O birisi, “Devlet ve Devlet”. Ondan sonra o yetkiyi nasıl kullandığını gördük işte.

Ruşen Çakır: Evet, noktayı koyuyoruz. İzleyicilerimize çok teşekkür ediyoruz. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
15.09.2024 Erdoğan’ın “din düşmanları”na ihtiyacı var
08.09.2024 Erdoğan genç teğmenlerden rahatsız
06.09.2024 Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel ile Haftaya Bakış (230): CHP iktidara yürüyor mu? Sisi-Erdoğan kavuşması - Teğmenlerin kılıçlı yemini
05.09.2024 Bir mozaik olarak Türkiye (4): Pakrat Estukyan Türkiye’de Ermeni olmayı anlatıyor: “Yegâne talebimiz eşit yurttaşlık”
04.09.2024 31 Mart’ta AKP ile seçmeni arasında ne oldu? Feyza Akınerdem ile söyleşi
04.09.2024 Transatlantik: Sisi-Erdoğan kardeşliği, BRICS Türkiye’ye ne katar? Netanyahu neden ateşkes istemiyor?
03.09.2024 “Erdoğan iyi, çevresi kötü” önermesinde son durum
02.09.2024 Kara Harp Okulu’ndaki “Subaylık Yemini” olayı: Hakan Şahin ile söyleşi
01.09.2024 Ayrılar aynı yerde: Kuvvet komutanları, HÜDA PAR, MHP…
31.08.2024 Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın Atatürk’le alıp veremediği ne olabilir?
15.09.2024 Erdoğan’ın “din düşmanları”na ihtiyacı var
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
11.02.2016 Hesabên herdu aliyan ên xelet şerê heyî kûrtir dike
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı