Transatlantik: Sisi-Erdoğan kardeşliği, BRICS Türkiye’ye ne katar? Netanyahu neden ateşkes istemiyor?

04.09.2024 medyascope.tv

4 Eylül 2024’te medyascope.tv'de yaptığımız Transatlantik’i yayına Tania Taşçıoğlu Baykal hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Transatlantik”le karşınızdayız. Washington’dan Gönül Tol ve Ömer Taşpınar ile birlikteyiz. Arkadaşlar, merhaba.
Ömer Taşpınar-Gönül Tol: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Konuşacak bayağı konu var; hattâ konuları azalttık, ama en sıcağıyla başlayalım. Mısır Cumhurbaşkanı Sisi Türkiye’ye geldi. Erdoğan daha önce şubat ayında Kahire’ye gitmişti, şimdi Sisi de beklendiği üzere Ankara’ya geldi. Turkuaz halıyla karşılandı, görmüşsünüzdür. Böylece 11 yıllık bir dönem kapandı. Bu olayın 180 derece dönüş boyutlarını daha önce de konuşmuştuk, artık onları konuşmanın çok da fazla bir anlamı yok. Erdoğan Sisi’ye savaş açtığı zaman, “İslâm ümmetinin lideri” olarak yüceltilirken, şimdi de “reel politik uzmanı Erdoğan” olarak yüceltiliyor. Aynı şey devam ediyor. Ama Erdoğan, Sisi meselesini özellikle iç politikada çok kullanmıştı. Mısır’daki darbe karşıtı gösterilerin sembolü hâline gelen “Râbia” işâreti ile yaptığı konuşmayı hatırlarsınız. 2019 seçimlerinde İstanbul’da, “Sisi’yi mi seçeceksiniz, Binali Yıldırım’ı mı?” demişti biliyorsunuz. Ömer, seninle başlayalım. Türkiye ve Mısır, bölgenin en önemli ülkelerinden ikisi. On bir yıllık bu düşmanlıktan sonra yakınlaşma kolay olur mu? Ne değişir, nasıl değişir?  Buradan her iki tarafın da kazançlı çıkabileceği ne olabilir? Yoksa bir süre daha olay alt düzeyde mi gider?
Ömer Taşpınar: Konjonktür çok değişti. Bahsettiğin döneme göre başta Müslüman Kardeşler’in Mısır açısından yarattığı tehdit, Türkiye’nin Müslüman Kardeşler’e endeksli politikası ve Doğu Akdeniz’deki, Libya’daki, Suriye’deki gelişmeler, aslında konjonktüre uygun olarak Türkiye-Mısır ilişkilerinin de bir süredir zâten değişmekte olduğunun habercisiydi. Erdoğan’ın bu tür konularda, kibar deyimle pragmatik, daha gerçekçi deyimle oportünist/ fırsatçı davranmasının şaşırtıcı bir tarafı yok bana göre. Gönül bu konuyla ilgili dün sosyal medyada epey bir şeyler paylaştı, ama önemli olan yapısal boyutu. Ekonomik olarak baktığımızda, Mısır Türkiye için büyük bir pazar. 110 milyona doğru giden bir nüfûsu var. Askerî açıdan Rusya ile ilişkileri iyi. Tabiî Amerika’dan da bayağı bir askerî destek alıyor. Mısır, İsrail’den sonra Amerika’nın en çok askerî ve ekonomik destek verdiği ikinci ülke. Fakat Rusya ile askerî ilişkileri gelişiyor. Türkiye’den de savunma sanâyiinden, Türkiye’nin bir şekilde avantajının olduğu alanlarda askerî alımlar yapması da mümkün. Ben genelde Mısır’ın Türkiye’nin inşaat şirketlerine kapı açacağını çok düşünmüyorum. Oralarda farklı şirketler pay kapabilir. Altyapı projelerinde Çin’le ciddî ilişkileri var, fakat uzun dönemde Türkiye’deki imâlat sanâyiinin de ilgi duyabileceği bir yer Mısır. Bu nedenlerle ekonomik açıdan baktığımızda, belki bir Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan kadar ilk akla gelmiyor, fakat bir pazar olarak önemli. Gönül’ün biraz sonra anlatacağı üzere, Mısır açısından, Libya ve Türkiye’nin Libya’daki politikası da çok önemli bir meseleydi. Tabiî orada da bir gevşeme oldu, orada da bir detant durumu var. O nedenle konjonktüre baktığımızda, gerçekten farklı bir son 3-4 yıla girdik.
Bu ilişkiyi Türkiye’nin bölgede daha önce Müslüman Kardeşler endeksli politikaları nedeniyle ilişkisi bozulan Suudî Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri boyutundan ayırmamak gerekiyor. Son olarak da şunu söyleyeyim: Biraz da Sudan, Etiyopya ve Somali gibi dinamiklere bakmak gerekiyor. Türkiye’nin arabuluculuk girişimleri var ve Türkiye’nin özellikle Somali üzerinde belirli bir hâkimiyet alanı var. Bu nedenle de Mısır, Türkiye’yi Afrika’da ciddîye alıyor. Sonuçta Mısır bir Kuzey Afrika ülkesi aynı zamanda. Bütün bunları bir araya getirdiğimizde, Demirel’in “Dün dündür bugün bugündür” sözünü hatırlayıp, siyâsetçilerin konjonktüre uygun olarak değişen şartlarda farklı politikalar izlemelerine şaşırmamak gerekiyor kanımca.

Ruşen Çakır: Gönül, Elif Çomoğlu Ülgen Dışişleri Bakanlığı Afrika Masası’nın başında büyükelçi. Onun sosyal medya paylaşımına bakıyorum şu anda. İngilizce yazmış, “Mısır ve Türkiye arasında 18 belge imzâlandı” diyor. Bunların içerisinde çok önemliler de, daha sıradan şeyler de vardır; ama bayağı bir şeyler olacakmış gibi duruyor. Ömer bir girizgâh yaptı, seninle devam edelim. Libya topunu sana attı. Libya galiba en önemli hususlardan biri, öyle mi?
Gönül Tol: Aslında önemli hususlardan bir tânesi. Böyle şeyler hep imzâlanıyor. Başka ülkenin yapmadığı bir şey yapıyorlar. Her seferinde, “22 anlaşma imzâlandı”, “87 anlaşma imzâlandı” deniyor; sonra o anlaşmalardan ne çıkıyor bilmiyoruz. Ben onu çok önemsemiyorum. Ama Ömer'in söylediği şeyler neden oluyor? Sen de bahsettin: Erdoğan bunu iç siyâsette kullandı. Zâten Erdoğan’ın profili bu. Erdoğan dış politikayı, bütünüyle içerideki ajandasını güçlendirecek bir araç olarak görüyor. İhvan’la, Müslüman Kardeşler’le bölgede yaklaştığında, ayaklanmalar başladığında, İhvan’a destek verdiği dönemde, içeride de 2011’den îtibâren bir İslâmcılaşma projesi vardı. Erdoğan, başkanlık sistemine
geçmek için, muhâfazakâr kesimler, İslâmcılar ve muhâfazakâr Kürtler gibi dayandığı toplum kesimleriyle ittifak yaparak, İslâmcı bir ajandayla başkanlığa geçmeyi ümit ediyordu.  Bunun bir uzantısı olarak da dış politikada, bölgedeki İhvancı hareketleri destekliyordu. Fakat tabiî içeride istediği bu stratejisi gerçekleşemedi. Haziran 2015 seçimlerinde kaybedince İslamcılığın kendisine o çok istediği “Türk tipi başkanlığı” veremeyeceğini, bunu Türk milliyetçiliğiyle yapabileceğini anladı. Dolayısıyla içerideki siyâsî değişiklikler, dış politikada da bir değişikliğe sebep oldu.
Tabiî bir de 2018’den îtibâren başlayan ekonomik problemler, Erdoğan’a bölgede Arap ayaklanmalarının ardından izlediği o ideoloji bazlı siyâsetin, Türkiye’yi hem bölgede hem Batılı ülkeler nezdinde ne kadar marjinalize ettiğini gösterdi. Bunun ekonomik bir külfeti oldu Erdoğan’a ve oy kaybettirdi. Dolayısıyla bu U dönüşünü her şeyden önce iç siyâsete ve siyâsî gereklere bağlamak lâzım. Ama Ömer’in işâret ettiği gibi bölgesel konjonktür de bâzı değişiklikleri zorunlu kıldı. Sâdece Türkiye için değil, bölge ülkeleri için de bu değişiklik şarttı. Neydi o değişiklik? Artık Mısır ve Körfez ülkeleri gibi ülkeler, İslâmcılığı, siyâsî İslâm’ı, hemen Arap ayaklanmalarının ardından olduğu gibi çok büyük bir tehdit olarak görmemeye başladılar. Çünkü bu otokratların gözünde aslında siyâsî İslam çökmüş bir projeydi ve bunun en son ayağı da Tunus’tu. Eskiden siyâsî İslâm’a destek veren, kendisini İslâmcı olarak gösteren Erdoğan’a karşı bölgede tepki ve tehdit algısı o kadar yüksek değildi.
İkinci olarak, bölgesel ülkeler, bölgede ayaklanmaların ardından izledikleri askerî çözümlerin sonuç vermediğini anladılar. O yüzden diplomasi odaklı bir dış politika izleme ihtiyâcı hâsıl oldu. Bunun içinde Türkiye ile ilişkileri normalleştirmek de vardı. Bir de tabiî bu ülkelerde, Amerika’nın bölgeden çekilmesi kaygısı vardı. “Amerika bölgeden çekiliyor, biz kendi aramızda bölge ülkeleri olarak bölgesel sorunlara çözüm bulmalıyız, bunun için de konuşmalıyız.” Bu normalleşme isteği, bu konjonktürde oluştu. Aslında özellikle Mısır özelinde normalleşmeyi isteyen taraf Erdoğan’dı. Sisi çok uzun zaman buna ayak diredi. Sisi açısından bu neden önemli? Çünkü o da bahsettiğin gibi, Libya meselesi var. Meselâ Türkiye’nin Libya’da asker bulundurması Mısır için çok ciddî bir kaygı sebebiydi. Fakat yıllar içerisinde hem Türkiye hem Mısır Libya’da birbirinden farklı iki ucu desteklerken politikalarını modere etti. Türkiye sâdece Tripoli/Trablus hükûmetiyle konuşur ve desteklerken, doğudaki Hafter’le de konuşmaya başladı. Aynı şekilde Mısır da bütünüyle Hafter’i desteklerken, Tripoli’ye de el uzattı ve böyle bir orta yol bulundu. O yüzden Libya, bu normalleşmede önemli.
Bir diğer nokta da Ömer’in bahsettiği Sudan, Somali, Etiyopya’yı içine alan ve “Afrika Boynuzu” denen bölge, iki ülke açısından çok önemli. Özellikle Türkiye Somali ile enerji konusunda, askerî açıdan çok ciddî yatırım yaptı. Hattâ buralarda altyapı işleri yapıyor. Somali ve Sudan Türkiye’nin çok angaje olduğu yerler. Mısır’ın temel problemi Etiyopya’yla. Etiyopya bir Rönesans Barajı yapıyor ve bu, su kaynağı açısından Mısır’da endîşe yaratıyor. Türkiye’nin Somali’de ve Sudan’da izlediği politika, Mısır’ın çıkarlarıyla örtüşüyor. O yüzden orada da ortaklaşa çıkarlar söz konusu. Bu da normalleşmenin önünü açtı. Aslında Sisi de Kızıldeniz’in stabiliteye kavuşmasını ve bir an evvel Gazze savaşının bitmesini istiyor. Çünkü Süveyş Kanalı çok önemli, Mısır için önemli bir gelir kaynağı ve bu çatışmalar devam ettikçe para da kaybediyor. Türkiye de Mısır’la aynı şeyi istiyor. Burada da çıkarların buluşması var.
Son olarak Doğu Akdeniz konusuna değineyim. Erdoğan’ın motivasyonlarından bir tânesi, Doğu Akdeniz’de oluşan o Türkiye karşıtı kampı değiştirmek. Mısır bu kampın önemli aktörlerinden bir tânesi. Doğu Akdeniz Gaz Forumu denen bir platform kuruldu. Bunun içerisinde Mısır, İsrail, Güney Kıbrıs, Yunanistan var vs.. Bu platformun başkenti Kahire oldu. Şimdi Erdoğan’ın ümit ettiği şey, Mısır’ı kendi yanına çekerek hem Doğu Akdeniz’deki o enerji haritasını kendi lehine değiştirmek ve orada Yunanistan ve İsrail’e karşı bir cephe oluşturmak. Ben orada Erdoğan’ın murâdına ereceğini düşünmüyorum; çünkü hâlihazırda Mısır’ın imzâladığı anlaşmalar ve geliştirdiği ilişkiler var. Dolayısıyla, yıllarca, ilişkilerin bozulmuş olmasıyla kaldık. Ama bütün bu ilişkiler bozuk haldeyken ve “Katil Sisi” derken de Mısır’la ticâret devam etti. Türkiye’nin Mısır’la bu bozuşma hâli, diplomatik olarak Doğu Akdeniz’de Türkiye karşıtı bir cephenin hızla yükselmesine ve ülkenin bölgede daha marjinalize olmasına sebep oldu. Ama Mısır’la ticârî ilişkiler devam etti. 

Ruşen Çakır: Ne demiş Erdoğan? “Değerli kardeşimin iâde-i ziyâretiyle ilişkilerimizi daha da güçlendireceğiz.” Daha önce Sisi ile berâber nefret varken, şimdi Sisi ile berâber aşk, sevgi ya da adı her neyse o var.
Gönül Tol: Ben şunu demek istiyorum aslında Ruşen — bölge otokratlarına şöyle seslenmek istiyorum: “Erdoğan size kızarsa, ‘katil’ derse, incinmeyin. Çünkü oluyor böyle şeyler söylüyor”. Bakın, 3-5 yıl sonra turkuaz halıyla karşıladı.

Ruşen Çakır: Ama meselâ ben darbeden kısa bir süre sonra Kahire’ye gittim. Orada Müslüman Kardeşler’in meydandaki direnişini beş gün boyunca tâkip ettim. Döndükten kısa bir süre sonra katliam oldu. O dönemleri çok iyi hatırlıyorum. Mısırlı yetkililer, sırf Türk olduğumuz için bize çok zorluk çıkartıyordu, çünkü akıllarına Erdoğan geliyordu.
Peki, şimdi BRICS meselesine geçelim. Türkiye’nin tam üyelik için BRICS’e başvurduğu söyleniyor. Tam netleşmedi, ama Türkiye’nin ekim ayındaki zirveye çağrıldığı söylendi. Daha önce konuşmuştuk; tekrar üzerinden geçelim tabiî. Özellikle bunun NATO’nun bir alternatifi olmadığını vurgulamıştınız. Tamam, alternatifi değil; ama Batı’nın alternatifi.  Türkiye’nin Batı tercihiyle berâber düşünüldüğünde, ortada ciddî bir sorun olabilir. Ne diyorsun? Gerçekten Türkiye buraya üye olur mu? Olmak isterse herhalde kabul ederler gibi geliyor bana. Mısır da üyeymiş, onu da öğrendim.
Gönül Tol: Yeni üye oldu.

Ruşen Çakır: Ömer, BRICS’e giriyor muyuz? İstersen önce daha önceki yayınları izlememiş olan izleyicilerimiz için kısaca BRICS’in bir tanımını verir misin? Neden bahsettiğimizi bilmeyen olabilir.
Ömer Taşpınar: BRICS, Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika ülkelerinin İngilizce baş harflerinden alınmış, Amerika’ya ve Amerika’nın tekkutuplu hegemonik hâkimiyetine karşı, çokkutuplu bir dünyayı savunan bir yapı; fakat bir NATO değil. Yani arkasında Asya Kalkınma Bankası veya Avrupa Yeniden İnşa Bankası gibi güçlü bir banka olan; finansal, diplomatik, ekonomik, altyapı projeleri ve askerî projeleri olan bir yapı değil. O yüzden, ciddîye almak istemeyenler buna “Anti-Amerikan bir tartışma kulübü” olarak bakıyorlar. Ciddîye alanlarsa, bu yapıyı oluşturan ülkelerin –bu yapıya şimdi Suudî Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır da girdi– Ortadoğu’da dolara karşı alternatif olarak, ortak bir “BRICS para birimi” kullanma önerisi oldu. Burada Brezilya, Çin ve Hindistan’ın ortak bir şekilde buna karar vermeleri önemli. Ortak para birimi konusunu önemli buluyorlar, ama orada ciddî bir gelişme yok.
Fakat Amerika sonrası, Amerika’nın ekonomik ve askerî gücünün, 1950’ler, 1960'lar, 1970’ler, hattâ 1990’la kıyasladığımızda daha inişte oluşuna; özellikle ekonomik açıdan ve başka bir sürü açıdan Çin’in, Afrika’nın, Latin Amerika’nın, Asya’nın yükselişine baktığımızda, BRICS ve Şanghay İşbirliği Örgütü birlikteliği, Amerika’ya alternatif bir düzenin habercileri olarak ele alınıyor. O nedenle Türkiye’nin buraya girmesinin bir anlamı var. Çünkü Türkiye, her ne kadar uzun zamandır Rusya’yla, bâzen de Çin’le ilişkilerinde bağlantısız bir ülke gibi hareket ediyor olsa da, sonuçta bir NATO ülkesi. Bu açılardan bakarsak, ilk defa bir NATO Ülkesi BRICS’e girmiş olacak. Onun bir anlamı var. Fakat, “Pratikte, somut olarak ne ifâde eder?” diye sorduğumuzda, dediğim gibi, sembolik ve belirli açılardan diplomatik bir girişim olması dışında, eğer askerî, ekonomik ve finansal açıdan içi doldurulamazsa, bir münâzara kulübü olarak kalır. O nedenle ben çok ciddîye almıyorum. Ama neden bunun bir haber değeri olduğunu ve neden Amerika’ya alternatif, çokkutuplu dünya düzeni içinde stratejik otonomi içinde olan bir sürü ülke varken buna bir anlam atfettiklerini de anlayabiliyorum. 

Ruşen Çakır: Gönül, sen de aynı kanıda mısın? Türkiye’de birçok insan, genel kamuoyu ne olduğunun farkında bile değil; ama bunu, bir ara yükselen “Avrasyacılık” gibi çıkışların, arayışların bir uzantısı gibi görenler ve böyle olmasını umanlar da var. Ömer, “Tamam, çok etkili bir şey değil; ama buna öyle anlam atfedenler var” diyor. Batı karşıtları bunu bir tür çıkış olarak görüyorlar ya da göstermek istiyorlar.
Gönül Tol: Evet. Eğer Batı karşıtları “Biz Batı’ya, Avrupa Birliği’ne ve NATO’ya alternatif bir şeyin parçası olabiliriz” diye düşünüyorlarsa, bunun bir temeli yok. Neden? Çünkü BRICS’in kurumları yok, bir sekretaryası bile yok. Tek kurumu, Yeni Kalkınma Bankası denen banka, o da çok büyük sermâyesi olan bir yer değil. Ömer’in söylediği gibi, BRICS bir platform. Türkiye bunu nasıl kullanabilir? Bu sabah Nevşin Mengü'nün programında https://www.youtube.com/watch?v=QhOMq0r1nnM Hindistan örneğini verdim. Hindistan da bizim gibi stratejik otonomiden bahseden ve bunu büyük ölçüde hayâta geçiren bir ülke. Meselâ Çin’le ilişkisini Batı’ya karşı kullanarak ve “Çin'le yakınlaşabilirim” tehdidini Batı’ya karşı kullanarak, Batı’dan istediği pek çok şeyi aldı: Yatırım, teknoloji, işbirliği aldı. Onlarca yıldır kovaladığı ve alamadığı şeyleri Çin kartını kullanarak alabildi. Türkiye de muhtemelen BRICS’in bu tür bir fonksiyonu olmasını ümit ediyor. “Biz Batı’dan silâh alamıyoruz, yatırım gelmiyor, savunma konusunda pek çok işbirliği yapmak istiyoruz, onu yapamıyoruz. Belki BRICS kartını kullanarak onu yaparız. BRICS’e girer, bunu kullanarak belki Batı’dan alamadığımız şeyleri alabiliriz” diye ümit ediyor olabilir.
Fakat Türkiye’nin bu kartı kullanabilmesi için Hindistan gibi kapasitesi olması gerekiyor. Batılı ülkeler için Hindistan neden önemli? Ekonomik açıdan önemli, demokrasisi var, teknoloji konusunda çok önemli bir ülke, demografisi bizden farklı. Ömer’in hep söylediği ve benim de katıldığım şey, kapasiteniz olmadan stratejik olarak özerk olamıyorsunuz. Çünkü o salladığınız tehdit kartı inandırıcı bulunmuyor. Stratejik öneminizi de ölçüp biçmeniz gerekiyor. Hindistan Batı tarafından özellikle Çin’e karşı son derece kıymetli ve önemli ağırlığı olan bir ülke olarak görülüyor. Siz bunu nasıl yapacaksınız? Çünkü bir taraftan Rusya’ya bağımlısınız. Şimdi Türkiye, Rusya’yı Batı’ya karşı kart olarak kullanabilir mi? Meselâ Akkuyu meselesi var. Ne yapacağız Akkuyu’yu? 100 yıl bağımlıyız Rusya’ya. Dolayısıyla Batı da Türkiye’nin söylediklerini bu çerçevede görüyor. O nedenle şunu söylüyorum: BRICS meselesinin sembolik önemi var, BRICS bir platformdan ibâret. Türkiye BRICS üyeliğini kullanarak Batı’dan istediği tâvizleri almaya çalışıyor, fakat bu konuda çok başarılı olacağını düşünmüyorum.

Ruşen Çakır: Şunu tekrar vurgulayalım: Demin biraz muğlak konuştum, ama şu çok net: Kremlin “Evet, Türkiye tam üyelik için başvurdu, inceliyoruz” dedi. Henüz netleşmedi, ama herhalde kabul edeceklerdir. Hayırlı olsun diyelim.
Hep konuştuğumuz ve konuşmaya da devam edeceğimiz Gazze meselesine gelelim. Artık Netanyahu’nun ateşkes istemediği çok netleşti ve Amerika Birleşik Devletleri’ni, özellikle Biden yönetimini oyalayıp duruyor. Ama sonunda çok daha net bir şekilde söyledi. En son hayâtını kaybeden rehînelerin hepsi, gördüğüm kadarıyla gençti. Daha önce yaşlı bireyler bırakıldı ya da ölmüş olarak bulundular. Ama bu seferkilerin hepsi gençti. Netanyahu’nun bu olaya artık, “Uzatmayın! Ben istemiyorum!” diye nokta koyduğunu düşünebilir miyiz? Yoksa Biden yine bir şeyler deneyecek mi? Çünkü ateşkes istemediğini îlân ettikten sonra yapacak pek de bir şey kalmıyor sanki. Ne dersin Ömer?
Ömer Taşpınar: Eskiden, İsrail’le Filistin arasında Oslo Barış Süreci diye bir dönem vardı. Bundan şikâyet edenler, “Süreç var da, barış yok” derlerdi hep. Şu anda da bir süreç var, ama ortada bunun bir meyvesi yok. Bu ateşkesi elde etmek için müthiş bir diplomatik çaba var ortada. Başta bugün Türkiye’yi ziyâret eden Mısır Başkanı Sisi, Katar ve Amerika, artık Hamas’ı değil, Netanyahu’yu iknâ etmek için sürekli devrede. Ama Netanyahu bu Refah Kapısı ve Philadelphia Koridoru denen alanı bırakmak istemiyor — ki bunun Netanyahu ve İsrail açısından askerî ve lojistik fazla bir anlamı yok. Gerek Amerika gerek İsrail ordusu, Netanyahu’ya sınır güvenliği konusunda belirli garantiler veriyor. Netanyahu’nun şu anda en büyük meselesi, İsrail’deki rehîneler ve gidişat konusunda memnun olmayan kitleler. İsrail nüfus açısından baktığımızda çok büyük bir ülke değil. Rehîneler için 300- 400 bin kişinin katıldığı sokak protestolarından bahsediyoruz. Son öldürülen altı rehîne, Hamas tarafından infaz edildi. Hattâ İsrail askerleri bir tünele girdiklerinde infaz edilişlerinin silâh seslerini duymuşlar. Hamas’ın elinde böyle bir koz var. Bu savaş devam ettikçe Hamas bu rehîneleri öldürme kozunu da kullanabilir, onun sinyalini de veriyor. Şu anda İsrail toplumunda Hamas’a karşı büyük bir öfke var tabiî; ama o öfkenin önemli bir kısmı da bu savaşın devam etmesine sebep olan ve kendi siyâsî geleceğinin, koalisyonun devâmı açısından bunu elzem gören Netanyahu’ya da çevrilmiş durumda. O yüzden, Netanyahu Amerika’nın kurduğu baskıdan daha çok, İsrail toplumunun baskısıyla karşı karşıya.
Ama öte yandan, son 48 saatte çıkan kamuoyu yoklamalarına baktığımızda, Netanyahu’nun, bundan 3-4 ay öncesine göre siyâseten o kadar da zayıf olmadığını, bir seçim yapılsa belki de tekrar iktidâra gelebilme şansına sâhip olduğunu gösteren kamuoyu yoklamaları da var. Bu, İsrail’de muhâlefetin de ne kadar zor bir durumda olduğunu göstermek açısından önemli.
Şöyle bitireyim: “Amerika’nın havlu atma lüksü var mı?” diye sorarsak, Biden, “Ben bu barış süreciyle ve Gazze’deki ateşkesle artık uğraşmayacağım” diyebilir mi? Biden daha 4 ay iktidarda. Kasım ayında seçimler var. Ama kasımdan sonra da iki ay iktidarda. Biden ve Kamala Harris açısından en kötü senaryo, bu ateşkes sürecinin bütünüyle sona erip, İran’ın bir misillemeye karar vermesi. İran bir misilleme yaparsa… yani İran’ın misilleme yapmaması…

Ruşen Çakır: Pardon, bu arada iyi ki hatırlattın. İran’ı unuttuk, değil mi? İran aklımdan çıkmıştı. Sen söyleyince, “Tabiî İran var” dedim.
Gönül Tol: Hiç beklemediğimiz anda yapacaklar.
Ömer Taşpınar: Haftalardır da onu konuşuyoruz. Bu ateşkes ümidi, gerek Hizbullah’ın olsun gerek İran’ın olsun, bir şekilde ellerini tutuyor. “Ateşkese gidebiliriz” söylemi, hele ateşkese yaklaşılıyorsa… Yani şu anda bir misilleme olsa, ateşkes meselesi bütünüyle biter. Biz geçen haftaki Transatlantik'te https://medyascope.tv/2024/08/28/transatlantik-s-400lerin-gelecegi-abd-cin-iliskileri-erdogan-ve-netanyahu-catismasi/ konuşamadık; ama Hizbullah ve İsrail arasında ciddî bir çatışma yaşandı.100 tâne İsrail uçağı Hizbullah’ın bir sürü hedefini vurdu. Hizbullah da bir sürü roket attı ve iki taraf da bir şekilde kapattılar dosyayı. Aslında tırmandırmak istemiyorlar. Fakat ateşkes meselesi bütünüyle biterse, İran devreye girebilir. O zaman İran’ın bir misilleme yapması söz konusu olabilir. İran misilleme yapmak istemiyor; çünkü İsrail’e misilleme yaptığı anda, geçmişteki misillemesinden daha da anlamlı ve daha güçlü bir misilleme yapmak zorunda. Kozmetik bir şey yaparsa, prestijini kaybetmiş olacak. Prestij kazanma, güç kazanma ve inandırıcılık kazanma adına ciddî bir misilleme yaparsa, bunun bir sonraki hamlesi –eğer bu bir satranç oyunuysa– Netanyahu’nun İran'ın nükleer merkezlerini ve belki de petrol kuyularını vurması olabilir. Netanyahu bunu yapmak için de bir sürü nedene sâhip. Bir kere kendi iktidârını perçinler. İran’la savaş İsrail’i bambaşka bir koridora sokar. Ama daha önemlisi, Amerikan seçimlerini Trump lehine etkiler. Niye? Çünkü İsrail’in İran’a saldırması, özellikle petrol kuyularına ve nükleer santrallere saldırması, petrol fiyatlarını son derece artırır. Şu anda böyle bir durumda, seçimlere birkaç hafta kala, Amerika’da benzin fiyatlarının artması Trump’a yarar, bu çok kesin.
Ortadoğu için hep söylediğimiz bir şey var: Otoriter ülkeler, otoriter liderler Trump’ın gelmesini istiyor. Doğru, Sisi ister, Erdoğan da ister. Ama Ortadoğu’da, bütün sorunlarına rağmen İsrail demokrasisi var. Asıl İsrail ve Netanyahu Trump’ın gelmesini istiyor. “Ortadoğu’da Trump’ın gelmesini en az isteyen ülke hangisi?” diye soracak olursak, cevâbı İran. İran Trump’ın gelmesini istemez. Dolayısıyla bütün bu dinamiklere bu açılardan baktığımızda, neden ateşkes süreci devam etmeli? Tıpkı zamânındaki Oslo Barış Süreci’nde “Fazlasıyla süreç, ama barış yok” dediğimiz süreç nasıl yıllarca devam ettiyse, burada da Amerika havlu atmayacak, ha geldi ha gelecek gibi şeylerle oyalayacak, en azından İsrail’in, Hizbullah’ın ve İran’ın elini tutmaya çalışacak. Çünkü Gazze’de bir ateşkes görüşmesinin alternatifi, İran’ın saldırması olabilir, Hizbullah’ın saldırması olabilir, savaş olabilir ve bu, Amerika ekonomisini ve Kamala Harris’in seçilme şansını negatif şekilde etkiler.
Diyelim ki yeni bir dalga geldi ve İsrail Gazze’yi müthiş bir kampanyayla ve askerî baskıyla tam işgal altına aldı ve gene binlerce ölü var diyelim. Bu tür bir durumda Kamala Harris yine zor durumda kalır. Amerika, seçimler nedeniyle İsrail’i eleştiremiyor, İngiltere’nin yaptığını yapamıyor. İngiltere, şu anda silâh verme konusunda kısmî ambargo getirdi. Amerika böyle bir şey yapamıyor. Niye yapamıyor? Amerikan seçimlerine gittiğimiz bir ortamda, İsrail lobisinin gücü nedeniyle İsrail’e dokunamaz. Amerika’daki Yahudilerin demografik yapısına baktığımızda, sonuçta burada son derece yüksek ekonomik gücü olan 6-7 milyonluk bir Yahudi toplumu var. Bunlar Netanyahu’ya âşık olmasalar da, İsrail’i destekliyorlar. Arap Amerikalılara baktığımızda, onların da özellikle Michigan gibi salıncak eyâletlerde güçlü bir konumu var. Yeni bir savaş senaryosu, Kamala Harris’i çok zor durumda bırakır. Kamala Harris bu konularda ne diyeceğini tam olarak zâten kestiremiyor. Biden’a oranla, biraz daha Filistinlilere yakın gözükmeye çalışıyor. Ama öte yandan da İsrail ile arasına bir mesâfe koyamıyor. Bütün bu nedenlerle, ateşkes diplomasisi inişli çıkışlı bir şekilde devam edecek, oyalamaya devam edecek bizi diye düşünüyorum. İran da bu oyalamaya bağlı olarak, o müthiş misillemesini geciktirmeye devam edecek. Bu, 5 Kasım’da yapılacak seçimlere kadar devam edebilecek bir süreç gibi gözüküyor bana.

Ruşen Çakır: Gönül, sen ne dersin? Bunları konuşmak zâten çok hüzün verici; ama bitmiyor, biteceğe de benzemiyor gerçekten.
Gönül Tol: Ömer’in söylediklerine katılıyorum. Bence Amerika da Arap ülkeleri de yapabileceklerinin tamâmını yapmıyorlar. Arap ülkelerine bakalım: Şu ortamda bile Suudî Arabistan, İsrail’le ilişkileri normalleşmekten bahsedebiliyor ve bunu düşünüyor. Bence Arap ülkelerinin ya da Amerika’nın maksimum baskı uygulaması durumunda bu savaşın gidişâtı değişebilirdi. Arap ülkeleri, özellikle İsrail’le ilişkileri İbrahim Anlaşmaları çerçevesinde normalleştirilmiş ülkeler. Bu konuda geri adım atacaklarını söyleyebilirlerdi, bunu bir baskı unsuru olarak kullanabilirlerdi. Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Fas, Ürdün gibi ülkeler, İsrail üzerinde kullanabilecekleri maksimum baskıyı kurmadı — Amerika da aynı şekilde. Şu ortamda Washington hâlâ İsrail’e silâh yoluyor. Evet, İngiltere kısmî silâh ambargosu uyguladı. Meselâ Biden yönetimi onun yaptığını yapabilseydi… Ama Ömer’in söylediği gibi, eğer seçime gidilmeseydi, eğer başka bir siyâsî konjonktür içerisinde olsaydık, bence Biden bunu yapardı. Ama şimdi yapamıyor. Dolayısıyla bu da Netanyahu’ya istediğini yapma konusunda alan açıyor.

Ruşen Çakır: Evet, bitirdik mi? Aslında atladığımız bir şey vardı, onu kısaca sorayım. Ömer, Trump’ın Demokrat devşirmeleri, Kennedy âilesinin ilginç ferdi ve adını söylemekte hep zorlandığım bir eski Demokrat Partili…
Ömer Taşpınar: Galiba Robert F. Kennedy Jr.

Ruşen Çakır: Hayır.
Ömer Taşpınar: Robert F. Kennedy Jr. ünlü biri. John F. Kennedy’nin kardeşi Robert F. Kennedy –ki bir dönem adâlet bakanı olmuştu– Robert F. Kennedy Jr. onun oğlu. Babası da tıpkı John F. Kennedy’nin öldürüldüğü gibi öldürülmüştü. Bunlar arka arkaya gelen siyâsî cinâyetlerdi o dönemde. Martin Luther King’in de öldürüldüğü bir dönem vardı, Amerikan siyâsetinin çok karanlık bir türbülanstan geçtiği bir dönemdi. Onun oğlu. Kennedy âilesi açısından, “Demokratlar’dan devşirme” deyince bir şaşırdım, acaba bilmediğim bir konu mu var diye. Robert F. Kennedy pek Demokrat gibi hareket etmedi.

Ruşen Çakır: Bir de kadın var ya.
Ömer Taşpınar: Tulsi Gabbard var, doğru. Evet, bunların ikisi de aslında parti içinde zâten dışlanmış isimlerdi. Demokrat Parti’nin ana merkeziyle sorunlu isimler. Zâten Tulsi Gabbard, Beşar Esad, Suriye ve Ortadoğu konusundaki görüşleri nedeniyle en başından beri sorunluydu. Ama Robert F. Kennedy de COVID ya da iklim konusunda komplo teorilerine kaptırmış kendini. Gerçi tam olarak anlayamadığım nedenlerle, çevrecilerin bazen rağbet ettikleri bir isim. İlginç bir adam. Bunu tâkip eden bir kitle vardı; fakat Biden’dan memnûniyetsizlik nedeniyle tâkip ediyorlarmış ki, Kamala Harris’in adaylığı kesinleştikten sonra yarı yarıya azalmıştı oy oranları. Yani oy oranı %8-9 iken, birden %4’e düştü. Şimdi de “Bunların ne kadarı Trump’çı ne kadarı Demokrat?” tartışmasında, bu çok önemli bir gelişme olarak ele alınmadı. Biraz konuşuldu, fakat marjinal olarak etkili olabilir. Tabiî buna karşı olarak şöyle düşünenler de var: Birkaç bin oyu bile olsa, salıncak eyâletlerde önemli bu. Oralarda seçimler 10 bin, 20 bin, 50 binle kaybediliyor veya kazanılıyor. O yüzden Trump’ın onu kazanması önemli diyorlar. Bu açıdan baktığımızda belki de biraz konuşulması gereken bir mesele.
Mâdem biraz vakit var, ben bir şeyden bahsetmek istiyorum. Bu Amerikan seçimlerini etkileyebilecek, “Ekim sürprizi” dediğimiz konular var ya; işte bunlardan bir tânesinden bahsettik: İsrail’in İran’a saldırısı petrol fiyatlarını artırır ve bu tam da ekim ayında olursa, Amerikan seçimleri üzerinde müthiş bir etkide bulunur. Benim korktuğum başka bir gelişme de, Demokratlar açısından zorlu olabilecek bir şey. Rusya’nın, iki gün önce yaptığı gibi, balistik füzelerle Ukrayna’da çok daha ciddî bir saldırıya geçmesi söz konusu olabilir. Rusya iki gün önce balistik füzeyle Ukrayna’nın ortalarında bir şehirde, bir askerî eğitim kampını vurdu ve 50 küsur insan öldü. Bu savaşın başlangıcından bu yana en önemli saldırılardan bir tânesi. Ukrayna Kursk bölgesinde zemin kazanıyor derken, Rusya’nın şu anda daha saldırgan bir konuma geldiği bir şehir daha var. Yanlış hatırlamıyorsam galiba Pokrovsk’tu. Donbas sınırına yakın. Rusya orayı da ele geçirmek üzere. Şu anda Rusya’nın hem Kursk bölgesinde yaşadığı hezîmeti biraz unutturma, hem de eğer bir diplomasi dönemine gidilecekse, masada askerî açıdan elini güçlendirme açısından attığı adımlar var.
Bir de bizim atladığımız bir gelişme de şu: Rusya, nükleer doktrininde değişiklik yapabileceğini söyledi. Rusya’nın nükleer doktrini, nükleer silâhlara ilk kendisi başvurmayacağını, ancak kendisine nükleer saldırıda bulunulursa veya varoluşsal bir tehdit yaşarsa bunu kullanacağını belirtiyor. Ulusal Güvenlik Konseyi, Rusya’nın nükleer doktrinini değiştirip, gerekirse ilk kullanma açısından da değişim yapabileceği yönünde bir açıklama yaptı. Bu da tam seçimlerden önce sembolik sinyal verme anlamında, taktik nükleer silâhla bir tırmandırma yaparsa, bu da bana göre Amerikan kamuoyunda, “Biden’ın Ukrayna politikalarının Amerika’yı savaşa doğru götürdüğü ve Trump’ın gelmesiyle diplomasinin daha önem kazanacağı bir döneme gidiyoruz” söylemini güçlendirebilir. Yani dış politika alanında, sâdece Gazze değil Ukrayna’nın da “Ekim sürprizi” yaratabileceği bir alandayız. Bugün Ukrayna’yı konuşmaya fırsat kalmadı, belki onu önümüzdeki haftalarda daha detaylı konuşabiliriz.

Ruşen Çakır: Gönül, sen ne dersin? Gerçekten bu Robert Kennedy Jr. ve eski Demokrat Tulsi Gabbard’ın katılımı çok etkili olmaz mı?
Gönül Tol: Hayır. Ömer’in söylediği gibi, Tulsi Gabbard 2020’de Demokrat Parti’nin ön seçimlerinde başkan adaylığı için yarışmıştı. Sonra olmayınca, zâten iki yıl sonra partiden ayrıldı. Kennedy de evet, ilginç bir isim. Benim baktığım bütün kamuoyu yoklamalarında Kamala Harris hâlâ Trump’la başa baş görünüyor. Şimdi böyle bir resimde, 3-5 bin oyun bile önemi var. Evet, Kennedy meselesi çok derinlemesine tartışılmadı burada; fakat bence ciddî bir risk içeriyor. Kennedy, çok büyük halk kitlelerinin sempatisini topladığı için değil, sâdece çok başa baş, binlerin bile seçimin kaderini belirleyebileceği bir seçimde, Kennedy’ye verilecek destek de önemli diye düşünüyorum. Bu çok tartışılan bir konu değil. Fakat The Economist’in kamuoyu yoklamasına bugün baktım, Kamala Harris ile aldıkları oy açısından eşitler. O nedenle, Kennedy’e destek verenlerin ne kadarı Trump’a oy verecek ne kadarı Kamala Harris’e oy verecek ve ne kadarı sandığa gitmeyecek, bu önemli. Yapılan analizlerde şu söyleniyordu: Aslında Kennedy’nin, Demokratlar’dan çok, Trump’tan oy aldığı söyleniyordu. Dolayısıyla Kennedy’ye destek veren seçmenin profili önemli.

Ruşen Çakır: Noktayı koyalım. Ben kapatırken bir “Râbia” işâreti yapmak istiyorum. Artık kimse yapmayacak, insanlar unutacak. Tekrar söyleyeyim, biliyorsunuz: Râbia işâreti, Râbia Meydanı’ndan geliyor. Râbia’tül Adeviyye Meydanı. Orada çok büyük bir katliam oldu ve bu işâretin öyküsü de biraz karışık. Orada da bir Türk parmağı var, ama uzun hikâye. Bir Türk gazeteci bunu yazmıştı. Ama sonuçta Râbia işâreti görevini bitirdi, artık târihe karışmış olabilir. Herhalde bir sonraki kuşaklar bunun ne anlama geldiğini anlamayacaklardır. Biraz önce İletişim Başkanlığı’nın giriş kapısının üzerine, Erdoğan ve Sisi’nin fotoğraflarının olduğu, Türkçe ve Arapça olarak “Sayın Başkan Türkiye’ye hoş geldiniz” yazılı bir pankart asılmış. Hayırlara vesîle olsun diyelim.
Gönül Tol: Evet, Allah yâr ve yardımcımız olsun da diyebiliriz.

Ruşen Çakır: Evet, “Transatlantik” yayınımızı burada sonlandırıyoruz. Ömer Taşpınar ve Gönül Tol, çok teşekkür ederiz. İzleyicilerimize de teşekkürler. Haftaya görüşmek üzere, iyi günler.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
15.09.2024 Erdoğan’ın “din düşmanları”na ihtiyacı var
08.09.2024 Erdoğan genç teğmenlerden rahatsız
06.09.2024 Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel ile Haftaya Bakış (230): CHP iktidara yürüyor mu? Sisi-Erdoğan kavuşması - Teğmenlerin kılıçlı yemini
05.09.2024 Bir mozaik olarak Türkiye (4): Pakrat Estukyan Türkiye’de Ermeni olmayı anlatıyor: “Yegâne talebimiz eşit yurttaşlık”
04.09.2024 31 Mart’ta AKP ile seçmeni arasında ne oldu? Feyza Akınerdem ile söyleşi
04.09.2024 Transatlantik: Sisi-Erdoğan kardeşliği, BRICS Türkiye’ye ne katar? Netanyahu neden ateşkes istemiyor?
03.09.2024 “Erdoğan iyi, çevresi kötü” önermesinde son durum
02.09.2024 Kara Harp Okulu’ndaki “Subaylık Yemini” olayı: Hakan Şahin ile söyleşi
01.09.2024 Ayrılar aynı yerde: Kuvvet komutanları, HÜDA PAR, MHP…
31.08.2024 Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın Atatürk’le alıp veremediği ne olabilir?
15.09.2024 Erdoğan’ın “din düşmanları”na ihtiyacı var
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
11.02.2016 Hesabên herdu aliyan ên xelet şerê heyî kûrtir dike
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı