Transatlantik: Türkiye’de çözüm süreci iddiaları ve PKK - Tırmanan Çin-Tayvan gerilimi

16.10.2024 medyascope.tv

16 Ekim 2024’te medyascope.tv'de yaptığımız Transatlantik’i yayına Tania Taşçıoğlu Baykal hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Transatlantik”le karşınızdayız. Washington’da Gönül Tol ve Ömer Taşpınar ile dünyayı ve Türkiye’yi konuşacağız. Önce, Türkiye’de çok konuşulmayan bir konuyla, Tayvan-Çin meselesiyle başlayalım diyorum. Gönül, ilk sözü sana vereyim. En son, Çin çok büyük bir tatbîkat yapmış galiba; şu âna kadar yaptığı en büyük tatbîkat. Rusya-Ukrayna savaşından daha ciddî bir çatışma ihtimâlinin olduğunu değişik vesîlelerle hep dile getirdiniz zâten. Bu son olay gerçekten kötü bir işâret mi? Yoksa klasik bir göz korkutma mı? Neden Çin dikkatleri oraya çekmeyi tercih etti?
Gönül Tol: Amerikan istihbârâtı bunu çok ciddîye alıyor. Aslında evet, Çin Tayvan etrâfında dün çok büyük bir tatbîkat yaptı. Amerikan istihbârâtı aslında birkaç yıldır, “2024’te Çin Tayvan’ı işgal edebilir” diyor. Şimdi bu öngörüler 2027’ye kaydırılmış durumda. Fakat bu tür şeyler Amerikan yönetimi tarafından çok ciddîye alınıyor. Tayvan tarafından da çok ciddîye alınıyor. Fakat bana sorarsan ve Tayvan ile Çin’i çok yakından izleyen askerî uzmanlara göre, Çin’in Tayvan’ı işgal edeceğinin emâreleri yok; çünkü Ukrayna'da bunu gördük: Eğer bunu yapmaya kalkışırsa, bir sürü şey yapması gerekiyor; askerî üretimi artırması gerekiyor, böyle bir durumda ekonomik olarak Batı’nın kendisine yaptırım uygulayacağını öngörerek ekonomisini korumak için adımlar atması gerekiyor. Çin bunların hiçbirini yapmış değil. Bence işgale doğru gidiyor diye bir şey söylemenin çok imkânı yok. Fakat ben şöyle görüyorum: Biden yönetiminin Tayvan stratejisi aslında çok radikal bir şekilde değişikliğe uğradı. Son 10 yıllara baktığımızda, Biden’ın Tayvan stratejisi ciddî bir değişiklik içeriyor. Tayvan’a çok yakın bir strateji izliyor. Meselâ geçen haftalarda 80 milyon dolarlık bir askerî yardımı onayladı. 80 milyon dolar aslında çok büyük bir meblağ değil, fakat bunu dış ülkelere finansal yardım fonundan yapıyor. Aslında bu dramatik; çünkü Amerika Tayvan’ı hâlâ resmî olarak tanımıyor ve bugüne kadar bu fonu kullanarak Ukrayna’ya, İsrail’e, Mısır’a askerî yardım verdi. Bunların hepsi Birleşmiş Milletler tarafından tanınan ülkeler, ama Tayvan öyle değil. Amerikan Dışişleri’ne, “80 milyon dolarlık bütçeyi bu fondan nasıl karşılıyorsunuz? Amerika Tayvan’ı tanıyor mu?” diye sorduğumuzda, “Hayır, stratejimizde bir değişiklik yok” diyor ve hâlâ resmî olarak da yıllardır izlediği o stratejik muğlaklık politikasını değiştirmediğini söylüyor.
Amerika’nın Tayvan politikası neydi? Amerika 1979’dan îtibâren Çin’le diplomatik münâsebetleri kurduğundan bu yana, Tayvan’la şöyle bir strateji izliyordu: Çin’in Tayvan’a herhangi bir askerî işgali durumunda, Tayvan’ın kendisini Çin’e karşı koruyabilmesi için askerî olarak Tayvan’a yeterince yardım ediyor, ama Amerika-Çin dengelerini altüst edecek kadar da silâhlandırmıyordu. Biden yönetimiyle birlikte bu strateji değişti; çok ciddî bir yatırım var. Tayvan ordusu askerî olarak çok zayıf; dolayısıyla Çin eğer gerçekten isterse işgal söz konusu olabilir. Çin askerî olarak çok daha üstün bir güç. Amerika ve Biden yönetimi de Tayvan’ın ordusunun çok zayıf olmasından endîşe ediyor; çünkü bugüne kadar Tayvan, “Çin’in bizi işgal etmesi söz konusu değil” diyordu. 2019’a kadar Çin de uygun adımlar atıyordu. Mümkün olduğunca Tayvan’la siyâsî birleşmenin önünü açmak için ekonomik entegrasyon vardı, karşılıklı turistler gidip geliyordu. Ama 2019’dan bu yana, COVID’le de birlikte, iki toplum arasındaki entegrasyon politikasının yerini, Şi Cinping’in daha milliyetçi, daha agresif, daha askerî bir politikanın aldığını görüyoruz. Dolayısıyla Tayvan, Biden yönetimiyle de birlikte ordusuna çok yatırım yapıyor. Amerikan yönetiminde bu tür bir beklenti var. Ama dediğim gibi, askerî uzmanlar onun emârelerinin henüz görülmediğini söylüyorlar.
Tabiî bence asıl hiç bahsedilmeyen şey şu: Hep “Çin Tayvan’ı işgal eder mi?” konusundan bahsediyoruz. Birincisi, her ne kadar Çin askerî olarak güçlü olsa da, bir işgal kolay değil. Çünkü Tayvan bir ada. Çin ve Tayvan arasındaki Tayvan Boğazı’nın çok dalgalı olduğunu ve burada işgal edebileceği ayların sınırlı olduğunu, ancak belirli aylarda işgale uygun olduğunu söylüyorlar. Tayvan’ın topografyasını düşündüğünüzde bu çok kolay bir iş değil. Ukrayna işgalinden sonra Rusya’ya yapılanları düşünelim, Ukrayna’nın işgalinden bu yana Rus ekonomisi çok zorlandı. Burada da, “Çin bunları göze alır mı?” durumu var. Bu Çin açısından kolay bir karar değil. Bence Çin, seçimlerden önce, bir sonraki Amerikan yönetimine, “Bakın biz işgale hazırız aslında” mesajı vererek, yeni Amerikan yönetimini Tayvan politikasını değiştirmeye zorlamaya çalışıyor. Tayvan da mümkün olduğu kadar Amerika’yla askerî bir yakın ilişkiye gidiyor. Meselâ Tayvan’ın, eğitim için Amerika’ya birkaç tabur asker göndereceği söyleniyor. Amerikalılar Tayvan ordusunu eğitiyor. Gelecek 10 yıl içerisinde de Amerika’nın Tayvan’a milyarlarca dolarlık hem askerî yardım hem mühimmat ve silâh satacağı söyleniyor. Bunlar çok önemli gelişmeler. Ama konuşulmayan bir şey var: Çin’in tek opsiyonu Tayvan’ı işgal etmek mi? Hayır. Çin işgalden çok daha az dramatik, ama yine de etkili olabilecek adımlar atabilir. Meselâ Çin açıklarında Tayvan’a âit adalar var. Onları kontrol edebilir ya da Tayvan’ı ekonomik olarak boğabilir. Meselâ dün yapılan askerî tatbîkatta, LNG denen sıvılaştırılmış doğalgaz ithâlâtına dâir adımlar attı. Tayvan ekonomisini boğarak da Tayvan’ı izole etmeye çalışabilir. Ama Washington’da bu opsiyonlar çok konuşulmuyor. Hep işgal meselesi konuşuluyor; ama işgal şu konjonktürde çok olası görünmüyor.

Ruşen Çakır: Ömer, sana da görüşlerini soracağım ama, Gönül’ün bahsettiği husus, yani Çin’in Amerika’daki seçim öncesi bir nabız yoklaması var. İsrail’de Netanyahu’nun Trump’ı desteklediğini biliyoruz. Rusya’da Putin’in de, her ne kadar Kamala Harris hakkında güzel şeyler söylediyse de aslında öyle düşünmediği ve Trump’ı desteklediği biliniyor. Meselâ İran’ın Trump’ı istemediği söyleniyor. Peki Çin’in, “kötünün iyisi” olarak bir tercihi var mı?  İki başkan adayı da Çin konusunda çok sert. En azından Çin’i karşılarına rakip olarak alıyorlar; ama onların tercihi, sanki ehven-i şer olarak Kamala Harris gibi. Ne dersin?
Ömer Taşpınar: Öyle gözüküyor; çünkü Trump’ın ekonomik politikaları şu anda %60 oranında bir kota, daha doğrusu Çin ürünlerine târifeler getirmek üzerine kurulu. Yüzde 60 çok yüksek bir rakam. Şu anda kota %25-30 civârında. Biden yönetimi de korumacı politikalar izliyor. “Trump'ın ekonomik politikası nedir?” diye sorulduğunda, hemen ilk söylediği şey: “Çin’e %60’lık vergi getireceğim” oluyor. Çin ekonomisi her ne kadar içeride büyümeye doğru adımlar atmış olsa da, ihrâcâta bağımlı olmaktan kurtulmaya çalışıyor. Fakat Çin’in o kadar büyük bir îmâlat kapasitesi var ki... Meselâ bu elektrikli arabalar konusunda son yaptığı hamleler, içeride müthiş bir üretkenlik ve îmâlat kapasitesine sâhip olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla birim fiyatlarını çok rahat düşürebiliyor. Gerek Avrupa gerek Türkiye’de de yatırım planları var. Amerika’ya satış konusunda, ne kadar yüksek vergiler getirilse de Amerika’nın veya Avrupa’nın yaptığı elektrikli arabalardan çok daha ucuza üretebiliyor. Çin açısından ihrâcat hâlâ önemli ve ticâret açısından Amerika’nın Trump’la böylesine sert bir korumacılık içine girmesi, %60 oranında târifeler getirmesi –ki başka kotalar da getirilebilir– Çin açısından tercih edilir bir durum değil,
Fakat Trump’ın bilinmez bir tarafı da var. Meselâ Trump, yaptığı söyleşilerden birinde, “Bizim Tayvan’ı korumamıza pek imkân yok. Tayvan binlerce kilometre uzakta, Çin’in 100 kilometre dibinde. Çin istediği anda Tayvan’ı alabilir. O yüzden Tayvan üzerinde çok da durmamak gerekiyor” demişti. Bu söylem Cumhuriyetçi Parti içinde, müesses nizâma daha yakın isimler arasında hemen rahatsızlık yarattı. Trump’ın böyle bir şey söylemesi tabiî ki Çin ve Şi Cinping açısından çok güzel bir şey. Trump sonuçta Cinping ile bu ticârî konuları da masaya getireceği, bunu pazarlık konusu hâline getirebileceği bir zirve yapmak isteyebilir. Zâten kendisini bu tür müzâkerelerde büyük bir uzman, büyük bir stratejist olarak görüyor. Trump’ın Art of the Deal yani “Müzâkere Sanatı” diye bir kitabı da var. İş dünyasından geldiği için, bir şekilde kendisini bu konularda çok başarılı görüyor. O nedenle Şi Cinping açısından Trump’ın gelmesi de, Amerika’yla ilişkilerin bütünüyle altüst olacağı anlamına gelmiyor. Fakat genelde, Trump’ın Demokratlar’a oranla daha bilinmez bir yol izleyeceği, zor bir lider olduğu kabul ediliyor. Amerikan Kongresi’nde Demokratlar ve Cumhuriyetçiler’in üç aşağı beş yukarı anlaştığı bir konu varsa, bu da Çin meselesi.
Tayvan’a dönecek olursak: Tayvan 23 milyonluk bir ülke ve bir demokrasi. Tayvan’da sık sık seçimler oluyor ve iki güçlü parti var. Kuomintang Partisi (KMT), Çin’le ilişkilerde egemenlik üstünde çok durmaktansa, ilişkileri iyi tutmak istiyor. Fakat şu anda iktidarda olan parti, Demokratik İlerleme Partisi (DPP) seçimleri geçen sene kazandı. Lideri Lai Ching-te, geçen hafta Tayvan’ın Bağımsızlık Günü’nde bir konuşma yaptı ve “Artık Çin’in bizi temsil etmesi kabul edilemez” dedi. Neredeyse egemenlikçi platforma oturan bir konuşma yaptı. Bu, Çin’e geçmiş günlerde daha önce yapılmayan boyutta büyük tatbîkatı yapmak için fırsat ve zemin sağladı. Şi Cinping, “Bir bakıma adada egemenliğe doğru giden bir iktidar var, böyle adımlar atarlarsa onlara hadlerini bildirmemiz gerekiyor. Biz de bu tür tatbîkatlar yaparız” demişti. Fakat zâten bu tür tatbîkatları daha önce de yapıyordu. Birkaç ay önceki tatbâkatın adının sonunda bir “A” vardı, bu da “B” tatbîkatı, yani onun arkasından gelen tatbîkat. Sâdece, bu “B tatbikatı” ölçek olarak biraz daha büyük oldu. Gerçekten, savaş gemileri ve 100 tâne uçağın sortiler yaptığı, ablukaların denendiği bir tatbîkat oldu. Çin yönetimi Tayvan’a ciddî bir gözdağı veriyor.
Amerika’da, Gönül’ün bahsettiği dinamikler doğru. Şi Cinping’in 2025’te bir hamle yapabileceği söyleniyor. Fakat benim okulda konuştuğum, dersler çerçevesinde dâvet ettiğim Çin uzmanları, Şi Cinping’in Çin’in Tayvan’la birleşmeyi –“birleşme” terimi kullanılıyor– barışçıl yollarla yapmaya çalışacağı, Ada’daki siyâseti etkilemeye çalışacağı ve Tayvan’ın bağımsızlığını savunan egemenlikçi partileri zayıflatmaya çalışacağını söylüyorlar. Çin’in içeride zâten çok güçlü bir lobisi var. Tayvan’ın Çin’le ticâreti yüksek. Bir şekilde Tayvan’ı kendisine bağlayıp, “savaşmadan kazanma” taktiği üzerinden götürmek istiyor. Aslında Tayvan ordusunun Ukrayna ordusu gibi güçlü bir direnecek kapasitesi şu anda yok. Ama Amerika’nın da Tayvan’ı kaybetmemek için bâzı adımlar atması mümkün; çünkü Amerika bunu bir Vietnam gibi görüyor. Soğuk Savaş döneminde de Vietnam konusunda bir domino teorisi vardı: Eğer Vietnam düşerse, bölgedeki diğer ülkeler de komünizme yenik düşebilir. Eğer Çin Tayvan’ı alırsa, arkasından, Endonezya ve Filipinler gibi Amerika’ya daha yakın olabilecek ülkelerde Amerika’nın bir inandırıcılık sorunu olabilir. Amerika’nın özellikle Filipinler konusunda şu anda çok ciddî yatırımları var. Aslında tıpkı Ukrayna’daki dinamikler gibi, Amerika Ukrayna konusunda daha rahat davransaydı, Putin Ukrayna’yı işgal edip alsaydı, “Bunun arkasından Polonya mı, Baltıklar mı gelecek?” tartışmaları olacaktı. Bu inandırıcılık ve prestij meselesi Amerika’yı bu stratejik muğlaklık çerçevesinde Tayvan’a askerî destek vermeye itiyor.
Trump’ın dış politika danışmanlarından biri olan Elbridge Colby, geçenlerde bizim okulda bir konuşma yaptı. Tayvan’a askerî desteğin çok artacağını, onun dışında Filipinler’e de askerî desteğin çok artacağını ve Amerika’nın bölgedeki caydırıcılık adına kendi askerî gücünü 2-3 ile çarpması gerektiğini söyledi. Elbridge Colby –ki kendisine gölge kabinede Dışişleri Bakanı veya Ulusal Güvenlik Danışmanı olarak bakılıyor– konuşmasında çok şâhindi. Aslında Trump’ın söylediğinden çok farklı bir şey söyledi. Trump Tayvan konusunda, “Bizim yapabileceğimiz bir şey yok” derken, danışmanları tam tersini söylüyor. Bu da bize, eğer Trump kazanırsa, şimdiden kaotik bir Trump Kabinesi’nin oluşacağını gösteriyor.
Toparlamak gerekirse, Trump kazanırsa, konjonktüre bakmak lâzım. Tayvan’dan gelen çıkışlar ve Tayvan’ın iç politikası önemli. Tayvan bir demokrasi ve aynı zamanda çok ciddî bir kapitalist sistem. Dünyadaki mikroçip sanâyiinin çok önemli bir kısmına sâhip. Amerika mikroçipler konusunda Tayvan’a bağımlı. Bağımsız hâle gelmeye çalışıyor tedârik zinciri içinde. Başka yerlerden almaya, kendi içinde Intel gibi firmaları güçlendirmeye çalışarak teknolojik bağımlılığını kırmaya çalışıyor. Tayvan Çin için kolay bir lokma olmasın istiyor. Fakat Çin’in şu andaki askerî kapasitesine, özellikle Deniz Kuvvetleri’ne baktığımızda, o kadar güçlü ki Tayvan’ı alamaması gibi bir durum pek gerçekçi değil. Zâten bizim askerlerin yaptıkları masaüstü savaş tatbîkatları, Amerika’nın Tayvan’ın savunması için ne kadar uğraşsa ne kadar dirense de Tayvan’ın yaklaşık bir ay içinde düşebileceği ve Amerika’nın da ciddî zâyiat verebileceği yönünde oluyor. O nedenle bana göre Amerika aslında bu muğlaklığı devam ettirecek ve Çin üstündeki caydırıcılığı artırmaya çalışacak. Çin ise bir delilik yapmazsa –ki Şi Cinping’in bir delilik yapacağına inanmıyorum– ekonomisi hâlâ önemli. Partinin ve kendisinin iktidârı için Çin’in ekonomik açıdan globalizasyon içindeki bir dünyada kalması gerekiyor. Meselâ Putin hâlâ petrol ve gaz satabiliyor. Ama Çin’in, Tayvan’ı işgal ettiği anda, elinde petrol olmadığı ve sonuçta hâlâ ihrâcâta bağımlı bir ekonomisi olduğu için, özellikle Amerika’nın ortaklarından gelebilecek yaptırımlar, yani Ortadoğu’dan gelebilecek yaptırımlar –meselâ eğer Suudî Arabistan’ı arkasına alabilirse, Amerika’nın Suudî Arabistan’la bir savunma anlaşması kurması o açıdan da önemli– Çin’in petrol almasını engellediği anda, Çin bir tek Rusya’ya bağımlı kalsa bile, bu, Çin ekonomisi ve îmâlat sanâyii üzerinde ciddî sorunlar yaratacaktır. O nedenle ben Şi Cinping’in, bütün agresifliğe rağmen, zamâna yayıp savaşmadan kazanma veya bir şekilde Tayvan’ı ekonomik ve siyâsî olarak boğma stratejisi izleyeceğini düşünüyorum. Yani önümüzdeki 10 yıl içinde Tayvan’da bir savaş beklemiyorum.

Ruşen Çakır: Türkiye’ye gelelim. Aslında bölgeyi konuşarak Türkiye’yi konuşmak gerekiyor. Mâlûm, Devlet Bahçeli DEM partililere el uzattı, sonra grup toplantısında bunun rastlantı olmadığını söyledi. Bunun üzerine, “Yeni bir çözüm süreci mi geliyor?” diye ortalık karıştı. Bu arada Amberin Zaman, Al-Monitor’de bir haber yaptı ve güvenilir kaynaklara istinâden, Öcalan’la Kandil’in görüştürüldüğünü yazdı. Kandil bunu yalanladı. Murat Yetkin’in Yetkin Report’taki yazısına https://yetkinreport.com/2024/10/11/yeni-hedef-dem-partiyi-kazanip-pkkyi-ayri-cozume-zorlamak/ göre ise, Türkiye’de üst düzey bir güvenlik görevlisi de bu haberi yalanlamış. Bir iddiaya göre Nisan 2024’teki yerel seçimden önce yapılan bir görüşmede, Murat Karayılan bunu, “Bize ahlâksız teklifle geldiler” diye söylemişti hatırlayacak olursanız, onu kastediyor olabilir. Görüşüp görüşmedikleri ayrı, ama DEM Parti çevresinden gelen açıklamaların hepsi müspet. En son Sırrı Süreyya Önder, Meclis’te oturum yönetirken Bahçeli ve Erdoğan’a teşekkür etti biliyorsunuz. Böyle bir durumla karşı karşıyayız.
Gönül, Amberin Zaman’ın haberini sen de okudun ve paylaştın. Amberin’in yazısında şöyle çarpıcı bir cümle vardı: “İran’da, iktidârın içerisindeki özellikle Devrim Muhâfızları gibi bâzı kanatlar, Hizbullah ve diğer milis güçlerinin yediği darbelerden sonra PKK’yı bir şekilde kullanmak istiyorlar” gibi bir iddiayı dile getirmiş. Tam böyle olmayabilir, emin değilim. Onun dışında da bâzı yerlerde, özellikle Türkiye’de iktidar çevreleri de ciddî şekilde, PKK’nın İsrail tarafından Türkiye aleyhine kullanılma ihtimâlinden çok tedirgin oluyorlar. Böyle bir denklem de var. Sonuçta PKK Suriye’de, Irak’ta, İran’da ve tabiî ki Türkiye’de örgütlü bir güç. Türkiye’deki silâhlı etkisi son dönemde kırılsa bile, çok ciddî bir toplumsal desteği var. Bunlar inandırıcı geliyor mu sana? Hakîkaten, adı böyle olmasa bile yeni bir çözüm süreci mi? Tabiî Bahçeli’nin bu çıkışı yapması çok önemli. Bahçeli, geçen çözüm sürecinin başından îtibâren en çok karşı çıkan, en sert isimdi. Dün yaptığı grup toplantısında da Öcalan’a seslendi. Bu çok acâyip bir şey, çok şaşırtıcı. “Tek taraflı olarak örgütü lağvet” dedi. Ne diyorsun?
Gönül Tol: Evet, onu muhâtap almış oldu; çünkü Öcalan’ın ismini hiçbir zaman direkt olarak kullanmadı. “Bebek katili” dedi, “İmralı cânisi” dedi. Ama şimdi, doğrudan “Öcalan” diyerek muhâtap almış oldu. İlk sorunu yanıtlayayım: İran ve İsrail PKK’yı kullanır mı? Bu çok mantıklı mı? Zâten kullanıyor, bu yeni bir politika değil. İran da, kendi Kürt meselesi olmasına rağmen, PKK’yı kullandı, kullanmaya devam ediyor — İsrail de benzer şekilde. Meselâ şimdi İran’ın politikasına baktığımızda, Irak’ta, Türkiye ve İran arasında bir itiş kakış var, değil mi? İki ülke arasında, kendi etki alanını, nüfuz alanını genişletmek için böyle bir rekabet var. O nedenle de Türkiye, Erbil’deki KDP ile çalışıyor. İran, târihî olarak PKK’ya daha yakın olan Talabani ekibiyle çalıştı ve çalışmaya devam edecek. Bunların hiçbiri yeni bir strateji değil. Bu sabah da birkaç analiz gördüm. “Erdoğan ve Devlet Bahçeli’nin bir şey yapmak istedikleri açık, yapmak istemeleri de mantıklı. Bunun temel motivasyonu bölgesel dinamikler. Gazze Savaşı ile birlikte bölgede dinamikler çok değişti ve bu dinamikler Erdoğan’ı Kürt meselesinde bir adım atmaya zorladı” diyor. Erdoğan’ın temel motivasyonu olarak bölgesel gelişmeleri görmek, bana bu meselenin târihini yok saymak gibi geliyor.
Erdoğan’ın adımlarına bakalım: 2005 yılında, bizim gibi Kürt meselesini ülkenin en önemli meselesi gören gruplar tarafından çok heyecanla karşılanan bir Diyarbakır konuşması vardı. Burada Kürt meselesinin sâdece bir terör sorunu olmadığından bahsetmişti ve meselenin hak hukuk boyutuna dikkat çekmişti. Başkaları için konuşmayayım, ama ben gerçekten bu konuşmadan heyecan duymuştum ve “Kürt meselesi konusunda Erdoğan birçok önemli kritik ve târihî adımlar atacak” demiştim. 2005 yılında neden öyle bir konuşma yaptı diye düşünelim. Bütün Kürt meselesinde verdiği “tâvizler”in zamanlamasını düşündüğümüzde, Erdoğan’ın bugün neden böyle bir şey yaptığı konusunda bir fikir edinebiliriz. Erdoğan 2005 yılında askeri mümkün olduğu kadar siyâsetin dışına itmeye çalışıyordu. Gücünü konsolide etmesinin önündeki en büyük engel olarak askeri görüyordu ve bunun için de kendisine liberal bir koalisyon kurmuştu. Bu koalisyonun içerisinde Türkler, Kürtler, muhâfazakârlar, liberaller ve sosyal demokratlar vardı ve kendisini bir muhâfazakâr-demokrat parti olarak lanse ediyordu. “Biz Türkiye’nin AB'ye üyeliğini önceliyoruz; çünkü Türkiye’nin gerçek bir demokrasi olmasını istiyoruz” demişti. Buradaki motivasyonu şimdi düşündüğümde anlıyorum, o zaman öyle düşünmemiştim. Kürt meselesinde adım atmayı, Kürtler’in hakkını hukukunu gözetmekten ya da dışarıdaki bölgesel konjonktüre reaksiyondan çok, içeride kendi gücünü konsolide etmesinin bir aracı olarak görmüştü. Nitekim 2011’e gelindiğinde gücü elinde konsolide etti.
2009’daki ilk Oslo görüşmeleri hangi konjonktürde oldu? Erdoğan’ın yerel seçimleri kaybettiği ve özellikle Kürt bölgelerinde yeniden gücünü konsolide etmek istediği bir dönemde geldi. Erdoğan’ın temel motivasyonu, gücünü konsolide etmek ve oylarını artırmaktı. Meselâ o dönem insanlar yine, “Bölgede konsolosluk açılıyor, Kürtler’le bir yumuşama var. İçeride de bir barış ortamı gelmek zorunda” diyordu. Ama bu tam tersi bir sıralamayla oldu. Erdoğan, kendi gücünü merkezîleştirmek ve daha fazla güç edinmek için Kürt meselesini kullandı ve bunun dış politikada sonuçları oldu. O sonuçlar da neye sebep oldu? Barzani ile yakınlaşıldı, enerji ilişkisi kuruldu. Gelelim üçüncüsüne: 2012’de yeniden bir Kürt açılımı oldu. Analistler yine, “Bakın, Suriye Erdoğan’ın elini zorladı. Esad, yurtdışında yaşayan Salih Müslim gibi PKK liderlerini ülkeye çağırdı. Dolayısıyla, Esad’ın PKK’yı Türkiye’ye karşı kullanma ihtimâli belirdi. Amerikalılar PKK’yı silâhlandırıyor ve dolayısıyla Erdoğan da bunu yapmak zorunda kaldı” dediler. Halbuki ben onu şöyle okudum: 2011’e gelindiğinde artık Erdoğan ilk amacını gerçekleştirmişti. 2011’den îtibâren, sekülerlerin ve askerin gücünü bütünüyle sınırlandırdığı ve gücü elinde topladığı bir dönem başladı. Yeni amacı daha fazla güç edinmekti. Bunu başkanlık sistemine geçerek yapacaktı. Başkanlık sistemine, 2002’de kurduğu toplumsal koalisyonla geçemeyeceği açıktı, öyle değil mi? Bu sefer gözünü nereye dikti? Güçlü bir başkanlığa. Aslında istediği tek adam rejimi ve Türk tipi başkanlıktı. Erdoğan tek adam rejimine geçmek için toplumun muhâfazakâr kesimlerinden ve Kürtler’den destek alabileceğini düşündü. Dolayısıyla, 2012’deki açılımı, 2012 ve 2015 arasında PKK ile ateşkesi, başkanlık sistemine geçmenin aracı olarak gördü. Tabiî ki bölgesel dinamikler buna zemin açtı, onu yadsımıyorum. Ama Erdoğan’ın temel motivasyonu daha fazla güç elde etmekti.
Bence bugün de Erdoğan’ın birinci motivasyonu 2028’de yeniden seçilmek. “Açılım” diye her ne yapıyorlarsa, içinde ne olduğunu bilmiyoruz, ama bir şeyler olduğu kesin. Erdoğan’ın bunun için neye ihtiyâcı var? Ya erken seçim karârı alınacak, 2027’nin sonunda belki bir erken seçim olabilecek ya da anayasayı değiştirecek. Bu ikisi için de Parlamento’da çoğunluğu yok. MHP ve AK Parti sandalyelerinin toplamı buna yetmiyor. CHP de “Yok kardeşim, erken seçimi 2025’e kadar yaptık yaptık, yoksa ilgilenmiyorum”, anayasa konusunda da, “Sen zâten var olan anayasayı uygulamıyorsun, yeni anayasayla da ilgilenmiyorum” diyerek, CHP opsiyonunun önünü kapatmış oldu. Geriye Kürtler kalıyor. O yüzden de Erdoğan’ın bu yeni süreçle temel motivasyonu, 2028’de yeniden seçilmek. Bölgesel dinamikler bunu hiç mi etkilemiyor? Etkiliyor. Nasıl etkiliyor? Erdoğan’ın tıpkı 2012’de yaptığı gibi bunu meşrûlaştırmasını sağlıyor. “Bakın Suriye’de devlet kuruyorlar ve benim daha güçlü olmam lâzım. Benim başkan olmam lâzım ki Türkiye’yi koruyabileyim, ümmetin lideri olabileyim.” Bölgesel dinamikleri bu güç talebini meşrûlaştırmak için kullanmıştı. Şimdi de aynı şeyi yapıyor. “İsrail bize saldıracak, İran PKK’yı kullanacak. Bu bölgesel konjonktürde bizim Kürt meselesini çözmemiz lâzım” diyor. “Ben 2028’de yeniden başkan seçilmek istiyorum, ama çoğunluğum yok ve o yüzden Kürtler’le bunu yapıyorum” demiyor.
O nedenle ben şunu söylüyorum: Temel motivasyon, Erdoğan’ın içeride 2028’de yeniden aday olabilme isteği. Fakat bölgesel dinamikler de bunu meşrûlaştırmasının aracı oldu. Bölgesel dinamikler bunu nasıl etkileyebilir? Evet, İran liderliğindeki o “Direniş Ekseni” denen ve İsrail’e karşı olan eksen zayıflıyor. Hizbullah’ın özellikle askerî kapasitesi çok ciddî zarar gördü. İkinci bölgesel dinamik olarak şunu da ekleyeyim: Amerika’nın hem Irak’tan hem Suriye’den çekilmesi söz konusu. Şimdi, İran’ın ve İran’ın bölgedeki müttefiklerinin zayıfladığı, Amerika’nın da bölgeden, Irak ve Suriye’den çekildiği bir senaryoyu düşünelim. Bu senaryo Türkiye’ye alan açar mı? Açar. Nasıl açar? Amerika’nın çekildiği Suriye’deki PKK’ya bağlı güçleri düşünelim. Amerika sâyesinde Kuzeydoğu Suriye’de bir askerî varlık gösteriyorlar. Amerika’nın desteği onlar için önemli. Eğer Amerika çekilirse, Suriye’deki Kürtler’in elinin zayıflayacağı açık. Suriye’deki Kürtler’in elinin zayıflaması da rejimle bir anlaşma yoluna gidebileceği anlamına geliyor. Rejimin istediği şeylerden birisi şuydu: “Siz askerî güçlerinizi Suriye ordusuna entegre edin”. Bugüne kadar Suriyeli Kürtler buna çok yanaşmamıştı. Birincisi, eğer Amerika çekilirse öyle bir ortam olabilir ki ve bu ortamda Suriyeli Kürtler’in eli de zayıflarsa, bu tür bir aranjmana gidebilir. Bu, Türkiye’nin de isteyeceği bir şeydir.
İkincisi, Esad rejimi de zayıflıyor. Gazze’de olanlar nedeniyle, bir taraftan ona destek olan İran ve Hizbullah zayıflıyor. Diğer taraftan da bu kaosu fırsat bilen IŞİD ve Türkiye’nin yıllarca desteklediği Esad muhâlifleri, saldırılarını uzun zamandan sonra yeniden başlattı. Yani Esad fazlasıyla diken üstünde. O yüzden de mümkün olduğu kadar bu İsrail-Filistin meselesine bulaşmamaya çalışıyor. Ama Esad’ın da elinin zayıfladığı bir ortamda, Erdoğan’la el sıkışması muhtemel. Eğer Erdoğan Kürtler’le Türkiye içerisinde bir ateşkes yoluna girerse, bu, Suriye’de ve benzer şekilde Irak’ta da işine yarayacaktır. Türkiye’nin Irak’la, Bağdat’la da bir yeniden bir angaje olma süreci başladı. Irak’taki Kürtler’in de Bağdat karşısında çok eli zayıflamış durumda. Amerika’nın çekildiği bir konjonktürde, yine Türkiye’nin manevra alanı Irak’ta da açılacaktır — ki Türkiye’nin PKK’ya karşı Kandil’de yürüttüğü savaş aslında büyük oranda askerî olarak sonuç verdi; PKK da zayıflamış durumda. Dolayısıyla, içeride kurduğu bu “Kürtler’le anlaşalım” süreci, aslında hem Irak’ta hem Suriye’de Türkiye’nin önünü de açar. Ama bu, temel motivasyon Suriye ve Irak politikamızda ilerlemek, bölgesel politikamızda elimizi güçlendirmek demek değil. Temel motivasyon her zaman Erdoğan’ın kendi elini güçlendirme isteği.

Ruşen Çakır: Evet, biliyorsunuz Barzani Ankara’da. Zâten önceden bilinen bir ziyâretti; daha çok, Irak’ta yaklaşan Kürdistan seçimlerini konuşacakları söyleniyordu, ama herhalde bu konuyu da konuşuyorlardır. Çünkü Irak Kürtleri, söz konusu olayın çok doğrudan bir parçası. Hatırlanacaktır, Erdoğan Diyarbakır’da Mesut Barzani ve Şivan Perver’le birlikte miting yapmıştı. Bir şekilde Irak Kürt Yönetimi’ni, Bölgesel Kürt Yönetimi’ni yanına çekmekte zorlanmıyor. Ama Celal Talabani’nin oğulları, onun yerini alan Süleymaniye merkezli Kürdistan Yurtseverler Birliği ile aynı sıcak ilişki yok. Biraz önce de sosyal medyada gördüm. Bir Kürt gazeteci, “Bugün Neçirvan Berzani var. Erdoğan ne zaman ki Suriye’deki Kürtler’in bir temsilcisini de Saray’da kabul eder, o zaman inanırız” diyor. Herhalde böyle bir şey olmayacak, değil mi Ömer? Ne dersin?
Ömer Taşpınar: Olup olmayacağını bilmiyorum, bana çok mantıklı gelmiyor. Irak’a, Suriye’ye, İran’a, İsrail’e bakarak içeride bir adım atılacak analizleri mantıklı gelmiyor. Birazcık bölgeyi bilen, birazcık Türkiye’yi tâkip etmiş bir insan, Erdoğan’ın kendi iktidârını perçinlemek için bu Kürt meselesini kullanacağını, artık 20 yıl sonra anlamış olur. “Seni başkan yaptırmayacağız” dediği için hapiste olan bir parti lideri var. Türkiye’nin belki de kaderini en çok değiştirebilecek isim, son 10 yıldır hapiste. Neden hapiste? “Seni başkan yaptırmayacağız” dediği için. Şimdi DEM Parti’ye sormak lâzım: Erdoğan’ın Kürt meselesinde ciddî demokratik adımlar atacağına siz inanıyor musunuz? Sizi ne inandırıyor? Bölgesel dinamikler mi? Erdoğan’ın tekrar iktidârını perçinlemek için yine bir Kürt meselesine sarılma ve onu kullanma amacı olduğu gayet açık ve ortada. Burada sorulması gereken şey şu: CHP ne yapıyor? CHP niye normalleşme adına AK Parti ile, iktidarla ilişkilerini düzeltme yoluna girdi de, normalleşmeyi birazcık da DEM Parti üzerinden görmedi? Onları yanlarına almak, iktidâra karşı bir muhâlefet bloku oluşturmak adına bunu yapmadı? Erdoğan’ın kendilerine, “Teröristlerle berâber hareket ediyorsunuz” diyeceğinden hep korktu ve DEM Parti’yi bir bakıma tek başına bıraktı. DEM Parti şu anda CHP ile müthiş bir işbirliği, ortaklık ve dayanışma içinde olduğunu hissetse, Erdoğan’a gitme ihtiyâcı duyar mıydı?
Türkiye’de toplum da muhâlefet de bir akıl tutulması yaşıyor galiba. Aynı filmi tekrar görmek üzere olduğumuz o kadar belli ki. Erdoğan’a niye teşekkür ediliyor acaba? Bu adam iktidarda, bir süre daha kalacak, “Çözerse o çözer” deneceği için mi? Çözmeyeceği belli, bu konuda hiçbir zaman dürüst, samîmî olmadı. Kendi iktidârını perçinlemek için bunları yaptı. “PKK’yı İran ve İsrail kullanacak diye içeride Kürt meselesinde çözüme gitmemiz gerekiyor” söylemine kim inanır Allah aşkına? Herhalde Türk siyâseti de Türk kamuoyu da bu kadar saf değil. Belli ki burada Erdoğan’ın bir iktidar hesâbı var ve yine Kürtler’e yamanmaya çalışıyor. Eğer güçlü olsaydı, MHP tabiî ki buna da yanaşmazdı; ama demek ki MHP bir şekilde bu işi istiyor ve bu sefer Devlet Bahçeli üzerinden de yaptırmaya çalışıyor. Burada bana göre stratejik düşünmesi gereken CHP. Buna zemin yaratmamalı, iktidar blokuna karşı bir muhâlefet bloku oluşturmalı.

Ruşen Çakır: Sözünü kesiyorum, kusura bakma Ömer. Özgür Özel Selahattin Demirtaş’ı ziyâret ediyor. Pazartesi günü olarak netleşti ziyâret. Ondan sonra da ayağını kırdığı için daha önce ertelenen Güneydoğu gezisini, herhalde haftaya çarşambadan îtibâren yapması bekleniyor. O henüz kesinleşmedi. Daha önce 4 ildi, il sayısını daha artırmışlar, 6 ya da 7’ye çıkarmışlar. Şimdi CHP’den de bir hamle var.
Ömer Taşpınar: DEM Parti’nin, Selahattin Demirtaş’ın yerinde olsan, CHP’ye “Bizimle konuşmak şimdi mi aklınıza geliyor?” demez misin? CHP birdenbire keşfetti bunu ve “normalleşme” diye uzun süre Erdoğan’la buna yürümüşken ve “DEM’lenme” gibi gereksiz lâflara da bir bakıma prim vererek arasına bir mesâfe koymuşken… Ben bir Kürt siyâsetçi olsam, tabiî ki bugün ne Erdoğan’a ne de CHP’nin yapacağına tam olarak bel bağlarım. CHP de şu anda geç kalmış durumda. Bunları yapmak şimdi akıllarına geliyor; en başında yapmaları gerektiğinde korkmamalıydılar. En başından beri şunu görmek lâzım: Türkiye’de güçlü bir iktidar var. Buna da güçlü bir muhâlefet gerekiyor. Bu muhâlefetin Türk solu ve Kürt solu olarak milliyetçilik üzerinden ayrılma lüksü yok. Eğer CHP sol bir parti kimliğinde ise, sosyal demokrat olma iddiası varsa, Selahattin Demirtaş gibi bir lider veya merkeze yaklaşmış bir DEM Parti varken, bunlarla belirli bir oranda ortaklık içinde olmaktan korkmamalıydı. Erdoğan bunları, “Teröristlerle berâbersiniz” diye korkutmayı başardı. Ne yapıyor şimdi kendisi? Çok güzel uydurma bahanelerle, o sözüm ona teröristlerle bir açılım yapacak. Bu filmi Türkiye görmedi mi? Neden CHP bu tuzaklara düşüyor? Neden bu hâle bırakıyor? DEM Parti neden buna muhtaç kalıyor? Gerçekten hâlâ, “Bu sorunu çözerse Erdoğan çözer. Son döneminde bir 5 yıl daha kazanırsa, bize federasyon ve özerklik verecek, kültürel haklarımızı verecek” saflığı içinde bir DEM Parti olabilir mi? Senin “Türkiye’nin Selahattin Demirtaş’a ihtiyacı var” https://medyascope.tv/2024/10/14/turkiyenin-selahattin-demirtasa-ihtiyaci-var-rusen-cakir-yorumluyor/ başlıklı yayınını henüz dinleyemedim, ama benim de aklıma gelen oydu. Selahattin Demirtaş gibi Türkiye’yi iyi okuyan birisi, buna inanır mı? İçeriden çıkıp, gerçekten, “Bu sâyede bir momentum kazanabiliriz, bir şeyler yapabiliriz” der mi? Yoksa tipik böl ve yönet mantığıyla, Öcalan’ı yanına alıp, Selahattin Demirtaş’ı ekarte edip, yine birkaç Kürt’le göstermelik bir barış süreci içine mi girmeye çalışacak? Buna karşı DEM Parti’nin de stratejik zekâsının söylemesi gereken bir şey var ve eğer birazcık stratejik zekâsı varsa CHP'nin de söylemesi gereken bir şey var.

Ruşen Çakır: Geçen cumartesi günü Altan Tan’la bu konularla ilgili bir yayın https://medyascope.tv/2024/10/12/rusen-cakirin-konugu-altan-tan-bahceli-dem-partililere-nicin-el-uzatti/ yaptım. Yılmaz Erdoğan’ın “Ben Senin Beni Sevme İhtimâlini Sevdim” şiirinden bir alıntı yaptı Altan Tan. Ben de onu pazar günkü yazımın https://medyascope.tv/2024/10/13/rusen-cakir-yazdi-ben-senin-beni-sevebilme-ihtimalini-sevdim/ başlığı yaptım. Seni dinlerken, bir umut, “Erdoğan bu sefer hakîkaten çözecek mi, çözer mi, CHP topa girer mi?” diye diye bir ömür geçti. Hatırlıyorsun, 2004-2005’te Washington’da çok tartıştık, tam bu olaylar…
Ömer Taşpınar: Ömür var Ruşen, ben 54 yaşındayım ve Türkiye’de son 30 yıl böyle geçti. Senin jenerasyonun bunları daha da yaşadı. Erdoğan üzerinden bir çözüme hâlâ inanmak…

Ruşen Çakır: İşte o şiir geliyor akla. Bir de “Ummak istiyorum” diye bir lâf var biliyorsunuz, ben çok kullanıyorum. Umuyorum da değil, “Ummak istiyorum”.
Ömer Taşpınar: Bence Ortadoğu ile bitirelim yayını. İran’ın böyle PKK’yı kullanma iddiaları filan… İran şu anda can havli içinde. İsrail önümüzdeki haftalarda bunların askerî üslerini, belki de petrol kuyularını, belki nükleer gücünü vuracak. Hizbullah darmadağın olmuş durumda. Amberin Zaman’ın yazısını okumadım. Muhtemelen burada mantık silsilesi koyuyordur da. Tahran’da, “PKK’yı kullanmamız gerekiyor, Hizbullah zorlandı, Hamas’ı kaybettik, bâri PKK’ya biraz yatırım yapalım” diye bir şey olabilir mi? Bunu Türkiye’nin 2. ve 3. seviyedeki AK Parti’nin dış politika stratejistleri “Bunu biraz ortaya koyalım da inandırıcılığı olsun. Dış dinamikler de bizi buraya doğru yöneltiyor” desinler. Birazcık Ortadoğu’yu görüyorsa, İran’ın neyle karşı karşıya olduğunu da görüyorsa, insanın buna inanmasına imkân yok.

Ruşen Çakır: Yavaş yavaş toparlayalım. Amerikan seçimini sorayım. Seçime çok az kaldı, neler oluyor? Ömer, senin alanın ekonomi. Ben anlamıyorum ama, hızlı hızlı başlıklara bakıyorum: Ekonomide işler düzeliyormuş, büyüme artmış, enflasyon düşüyormuş ve bu da Kamala Harris’in işine geliyormuş, doğru mu?
Ömer Taşpınar: Amerika’da ekonomik göstergeler bir süredir zâten iyi gidiyor. Sorun enflasyonun ve işsizliğin düşme trendinde oluşu veya Amerika’nın bir ekonomik durgunluktan yumuşak inişle kurtulmuş olması değil. Sorun, Kamala Harris’in Biden yönetimiyle aynı gözüküyor olması.
Kamala Harris’in siyâsî ve ekonomik imajı, Biden yönetiminden devraldığı bir imaj. Biden yönetiminin de ekonomi konusunda son 4 yıllık sicili ciddî bir enflasyon yarattı. Bu enflasyon şu anda düşme trendinde olabilir — ki henüz süpermarketlerde gıdâ fiyatlarında çok ciddî bir düşüş görmüyorsun. Petrolde, benzinde ciddî bir düşüş görmüyorsun. Baktığında, son 4 yılda %20-25’lik bir artış var. Halkın gözündeki imaj: “Biden ekonomiyi iyi yönetemedi. Trump döneminde ekonomik açıdan her şey daha iyiydi. Hattâ dış politika alanında da daha iyiydi. Çünkü savaş yoktu”. Bu imaj konsolide olmuş durumda. Her ne kadar Kamala Harris’in ekonomi alanında birazcık daha pozitif göstergelerden bahsetme lüksü varsa da, bu, artık son dönemece girdiğimiz süreçte, “Ekonomi nedeniyle Harris kazanabilir” dememize kesinlikle zemin sağlamıyor.
Benim gördüğüm kadarıyla, hep konuştuğumuz dinamikler devam ediyor. Hattâ Harris açısından daha da kötüye giderek devam ediyor. Çünkü Ortadoğu’daki gelişmeler nedeniyle, buradaki Arap Amerikalılar’ın yoğunlukta olduğu anahtar eyâletlerden Michigan, Georgia, Wisconsin ve Minnesota’da ciddî oranda ve sâdece Arap Amerikalı değil, Müslümanlar’ın, azınlıkların ve gençlerin, dış politika nedeniyle, bırak Harris’e oy vermeyi, Trump’a doğru kayan bir kesiminden bile bahsedebiliyoruz. Son gördüğüm rakamlarda, Arap Amerikalı kesimin özellikle Wisconsin’de Harris ve Biden’a protesto olarak Trump’a oy vereceğini okudum. Bu eyâletler zâten 6 bin, 7 bin, bâzen 10-15 bin oyla kazanılan, bıçak sırtında giden, çok küçük farklarla kazanılan eyâletler. Wisconsin, Michigan ve Georgia öyle. Pensilvanya’da ise şunu görüyorum: 400 binlik bir Mûsevi nüfus var, Amerikalı Yahûdiler var. Pensilvanya önemli bir eyâlet. Herkes, “Burayı kaybettiği anda Kamala Harris’in kazanma ihtimâli yok” diyor. 400 bin Yahûdi Amerikalı nüfusun bir kısmı, anti-semitizm nedeniyle ve Kamala Harris’in başkan yardımcısı adayı olarak Mûsevi olan Pensilvanya Vâlisi Josh Shapiro’yu seçmemiş olması nedeniyle biraz küskün gözüküyorlar. Onlar da eğer 50-60 bin oranında fire verirlerse –ki bunların çok önemli bir kesimi Demokratlar’a gidiyordu– Pensilvanya’nın kaybedilme ihtimâli de var.
O nedenle şu son dönemece girdiğimizde, ben Trump’ın kazanma ihtimâlini Kamala Harris’e göre biraz daha yüksek görüyorum. Seçim sonuçlarının da o akşam belli olmayacağını ve Pensilvanya, Georgia gibi yerlerde elle sayım nedeniyle uzayabileceğini öngörmek mümkün. 3-4 gün sürecek bir sayım sonrasında rakamlar ortaya çıkacak. Demokrat Parti ve Kamala Harris çok zor bir döneme giriyor; bana göre kaybetme ihtimâli %51-52 diyebilirim. Şu anda gördüğüm şekliyle, bana Trump’ın kazanma ihtimâli daha yükseliyor gibi geliyor.

Ruşen Çakır: Gönül, senden tekzip etmeni bekliyorum. Ömer yine Trump’çı oldu.
Gönül Tol: Ömer’i sonra tekzip edeceğim. Aslında birkaç tâne pozitif şey de oluyor. Ömer’in söylediklerine katılıyorum. Geçen yıl 7 Ekim’den sonra attığım bir tweet vardı. Biden, dış politika ve siyâset kariyeri boyunca İsrail’in yanında durmuş bir politikacıydı ve Netanyahu ile de başlangıçta kurduğu bir özel ilişki vardı. Ama tabiî o zaman Biden’ın çekilmesi söz konusu değildi. O zaman, “Netanyahu Biden’a seçimleri kaybettirecek gibi görünüyor” demiştim. “Dış politikanın seçmen davranışına etkisi minimal” diye söylenir hep; fakat bu seçimlerde görüyoruz ki, bu kadar bıçak sırtı olan bir seçim sürecinde, dış politikada Amerika’nın İsrail’e ve Filistin meselesine uyguladığı siyâsetin gerçekten seçimleri kaybettirebileceği bir ortama giriyoruz. Kamala Harris’in kampanya ekibi açısından birkaç pozitif gelişme var. Onlardan bir tânesi de, %36 ile Amerika’daki en geniş seçmen kesimi olan beyaz kadınlar arasında, Kamala Harris’in 21. yüzyılda en popüler başkan adayı olduğunu görüyoruz. 2016’daki seçim sonuçlarına bakıldığında, Trump, bu beyaz kadın seçmen arasında ciddî bir düşüş yaşamış, Trump’a olan destek çok düşmüş. Kamala Harris’in kampanya ekibi bunu söylüyor ve bunu çok pozitif bir gelişme olarak görüyor. Aynı zamanda, beyaz eğitimli kesim arasında çok ciddî bir yükseliş gördüklerini ve bunun, Trump’ın, azınlıklar, özellikle siyâhî erkekler arasında yükselen popülaritesini kompanse edeceğini düşünüyorlar. Ama Ömer'e katılıyorum, şu ânın siyâseten bir fotoğrafını çeksek, Trump daha avantajlı gibi görünüyor.

Ruşen Çakır: Size karşı çıkıyorum ve “Trump bir daha gelirse, Amerika’ya daha da gitmem” diyorum. Tabiî bu da işin şakası. Evet, “Transatlantik”i burada bitiriyoruz. Ömer Taşpınar ve Gönül Tol’a çok teşekkürler. Haftaya buluşmak üzere, iyi günler.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
27.10.2024 Ertuğrul Özkök niçin Fethullah Gülen’i çok sevmişti?
24.10.2024 Altan Tan ile söyleşi: Kim çözüm istiyor, kim istemiyor?
23.10.2024 Gazeteci Ahmet Dönmez ile Fethullahçılığın geleceği üzerine söyleşi: "Bu yapıyı dünya-daki hemen her sıklet merkezi yönetmek isteyecektir”
22.10.2024 “Mahrem yapı”yı yakından takip eden eski bir Fethullahçı’nın öngörüsü: "Başa Abdullah Aymaz geçer, ama esas lider Mustafa Yeşil olur”
22.10.2024 Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel ile Haftaya Bakış (237): Bahçeli’nin Öcalan mesajının anlamı ne?
20.10.2024 Doğrusuyla yanlışıyla Kürt hareketi üzerine yedi öne çıkan önerme
16.10.2024 Transatlantik: Türkiye’de çözüm süreci iddiaları ve PKK - Tırmanan Çin-Tayvan gerilimi
14.10.2024 Türkiye’nin Selahattin Demirtaş’a ihtiyacı var
13.10.2024 “Ben senin, beni sevebilme ihtimalini sevdim!”
09.10.2024 Transatlantik: ABD seçimlerine son 26 gün - 7 Ekim’in birinci yılında Ortadoğu
27.10.2024 Ertuğrul Özkök niçin Fethullah Gülen’i çok sevmişti?
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı