Transatlantik: İsrail Lübnan’da ne planlıyor? S-400 sorunu çözülüyor mu? Erdoğan’ın Kıbrıs çıkışı

25.09.2024 medyascope.tv

25 Eylül 2024’te medyascope.tv'de yaptığımız Transatlantik’i yayına Tania Taşçıoğlu Baykal hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Transatlantik”le karşınızdayız ve Washington’daki Gönül Tol ve Ömer Taşpınar’la dünyayı ve biraz da Türkiye’yi konuşacağız. Arkadaşlar, merhaba. Uzun bir süre Filistin’i ve Gazze’yi konuştuk. İsrail operasyonları Gazze’de hâlâ sürüyor; ama dünyanın ve bölgenin gündeminde artık Lübnan var. Lübnan’da çok acâyip şeyler oluyor ve her şeyin önüne geçti. Artık bunun adına savaş deniyor, hattâ “3. Lübnan Savaşı” deniyor. Niye böyle bir şey oldu? Biz burada hep “Gazze’ye karşı bir müdâhale olur mu? Gazze nedeniyle Lübnan ve İran, İsrail’e karşı ne yapar?” derken, İsrail Lübnan’a çok ciddî saldırılar başlattı ve yüzlerce insan hayâtını kaybediyor. Bu arada tabiî Hizbullah’a yönelik çok ciddî nokta atışları yapılıyor. Sürekli, bir üst düzey Hizbullah komutanının öldüğü haberleri geliyor. Hizbullah’ın cevâbî saldırıları var; ama onlar hiçbir zaman İsrail’in Lübnan’da yarattığı etkiyi yaratamıyor. Ne dersin Ömer? Bu, “3. Lübnan Savaşı” mı? Bu nereye kadar ve nasıl gidecek?
Ömer Taşpınar: Evet, dün biraz Fransız televizyonlarına baktığımda, onlar da aynı şekilde “3. Lübnan Savaşı” kavramını kullanıyorlar. Birincisi, tabiî ki Lübnan İç Savaşı’ydı; ikincisi, İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgâliydi. Aslında 2006’da Hizbullah’la İsrail arasında yaşanan ve pek galibi olmayan bir savaş da vardı. O açıdan bakarsak dördüncüsü de denebilir. Ben biraz da İsrail gözüyle bakmaya çalışıyorum. İsrail televizyonlarına göz attığımda, onların gözünde, birinci yılına doğru yaklaşan Hamas ile savaşın daha birinci gününde, yani Hamas’ın İsrail saldırısından bir gün sonra, 8 Ekim’de, Hizbullah zâten yukarıdan bir cephe açmış ve roket atmaya başlamıştı. İsrail’in kuzeyindeki 70 bine yakın İsrail vatandaşı, Lübnan’ın güneyindeki Golan Tepeleri’ne yakın sivil yerleşim yerlerinden çekilmek zorunda kaldılar — ki bunlar, İsrail’in gözünde yerleşke değil kendi toprakları. Üç dört şehir büyüklüğünde sayılabilecek, büyük kasaba diyebileceğimiz bölgelerde, toplam 70 bin kişi, zâten merkeze, Tel Aviv taraflarına, içerlek bölgelere gelmeye başladı.
Geçen haftaki yayınımızda https://medyascope.tv/2024/09/18/transatlantik-israilden-hizbullaha-siber-saldiri-trumpa-ikinci-suikast-girisimi-abd-iraktan-cekiliyor/ da konuşmuştuk. İsrail Kabinesi Savunma Bakanlığı, Hamas’la savaş stratejisinin gerçekleştirmek istediği hedeflerden bir tânesi olarak, bu kuzeydeki yerleşim yerlerine geri dönüşün sağlanmasından bahsetti. İsrail Savunma Bakanı Gallant, “Artık sâdece bir güney cephesi değil, Hamas’a karşı Gazze’deki güney cepheyle, kuzeydeki Hizbullah cephesini birleştirip, kuzeyde de yerleşim yerlerine dönülmesini istiyoruz ve bununla ilgili diplomatik görüşmelerin de bir sonuç vermeyeceğine inanıyoruz” yönünde açıklama yaptı. Aslında Netanyahu’ya ters düşen açıklamaları da vardı. Savunma Bakanı Gallant, Hamas konusunda ateşkese daha yakın bir isim olarak biliniyordu. Burada tâvizsiz bir şekilde, “Diplomasinin sonuna geldik, artık tek çözüm askerî yöntemlerle bu 70 bin vatandaşımızın kuzeye tekrar yerleştirilmesi” dedi. Geçen hafta konuştuğumuz, çağrı cihazları üzerinden saldırı başladı. Burada bu savaşın yeni bir aşamasına girdik. Bütün bölgeyi kapsayacak bir savaş başlıyor mu, başlamıyor mu diye hep konuşuyoruz. En azından Lübnan’la İsrail arasında bir savaş olduğu artık âşikâr. Lübnan’ın, yaklaşık 150 bin ilâ 200 bin arasında füze atabilecek kapasitesi var. İsrail, bunların 70 bin ilâ 100 bin arasındakini yok ettiklerini söylüyor. İsrail’in amacı, Lübnan’ın füze atma kapasitelerinin çoğunu yok etmek.
Hizbullah’ın 40 bin kişilik bir ordusu var. İran’ın 1982’den beri yatırım yaptığı, devlet içinde devlet olarak görebileceğimiz, Lübnan’ı ziyâret eden herkesin, Beyrut’taki havaalanından başlayarak, Beyrut’un güneyindeki Dahiye bölgesinde hâkimiyetini açık gözle gördüğü, Lübnan Ordusu’ndan daha güçlü bir konumda olan, her ne kadar İsrail’in ve Amerika’nın gözünde terör örgütü olarak kabul edilse de aynı zamanda siyâsî bir parti olan Hizbullah’ın, devlet içindeki paralel yapının belinin bükülmesini ve bir şekilde savaşamaz hale gelmesini istiyor İsrail savaş hedefleri. Son 2-3 gündür artan bir tempoyla, günde yaklaşık 500-600 sorti yapan uçaklar Lübnan’ı, sivillerin de öldürüldüğü, giderek Gazze’ye benzeme potansiyeline sâhip bir savaşa doğru götürüyor. Burada Hizbullah’ın Lübnan toplumu üzerindeki gücünü de göz önüne almak gerekiyor. Lübnan son derece karışık bir mozaik biliyorsun. Hıristiyanlar da var, Sünnîler de var. Şiî demografiye baktığımızda, Lübnan’da en son nüfus sayımı yapıldığı zaman –yanılmıyorsam 1940’lar, 1950’ler– Şiîlerin sayısı doğru dürüst bilinmiyor. Fakat daha büyük bir demografik artışta oldukları ve yapılan tahminlere göre ülkenin yarısının, belki de yarısından fazlasının Şiî olduğunu göz önüne alırsak, zâten Hizbullah’ın kendisinin verdiği bir karar Lübnan’ı ülke olarak savaşa götürebilir.
Fakat burada Hıristiyanların ve Sünnîlerin ne diyeceği de önemli. Netanyahu biraz onlara da oynuyor gibi gözüküyor. Onlara, “Hizbullah ülkenizi, Lübnan’ı savaşa sokuyor” mesajını veriyor. “Biz bu savaşı aslında istemiyoruz, Hizbullah diplomatik yöntemlerle Litani Nehri’nin kuzeyine çıkabilirdi ve biz bir şekilde savaşa girmeden, diplomatik yollarla vatandaşlarımızı tekrar İsrail’in kuzeyine yerleştirebilirdik” diyor. Hizbullah’ın lideri Hasan Nasrallah ise, “İsrail Gazze’de Hamas’la bir ateşkese râzı olmadan, biz füze, roket atmaktan vazgeçmeyeceğiz” diyor. Tekrar edeyim, zâten 8 Ekim’den beri düşük yoğunluklu bir savaş devam ediyordu. Şu anda yeni başlamış bir savaş varsa eğer, temposu artmış bir savaştan bahsedebiliriz. Zâten yaklaşık bir yıldan beri devam eden bir savaş vardı. Hasan Nasrallah’ın şu aşamada gücünün azaldığı, Hizbullah’ın orta seviyedeki kademelerinin, liderlik seviyesindeki önemli isimlerinin nötralize edildiği kesin. Fakat bu, “Hizbullah savaşamaz, artık Hizbullah İsrail’e füze atamaz” anlamına gelmiyor. Hâlâ füze atma kapasitesi var, hâlâ tırmandırma kapasitesi var ve hâlâ çok daha kanlı bir yere doğru götürebilir.
Burada bütün gözler biraz da İran üzerinde. İran’ın katılmasıyla savaş daha da bölgesel bir hâle gelebilir. Fakat İran’ın, bırak savaşa katılmayı, “Batı’yla nükleer dosyayı tekrar açalım” diyen ve şu sıralar New York’ta bulunan Cumhurbaşkanı var ve barışçıl mesajlar veriyor. Benim görebildiğim ve buradaki gazetelerin yazdığı kadarıyla, şu anda İran’ın en son isteyeceği şey yeni bir savaşın büyümesi. Zâten darbe üzerine darbe alan İran, Nisan ayında İsrail’e karşı bir salvo yaptı; ama orada da çok büyük bir başarı kazanamadı. Her ne kadar 300 kadar füze atmış olsa da, bunların hiçbiri İsrail’de büyük bir zâyiat yaratmadı. Haniye sûikastıyla bir bakıma zor duruma düşen İran, bunun karşılığında bir misilleme de yapmadı. Hizbullah’ın da şu anda çok büyük bir başarı kazandığını söylemek mümkün değil. Her ne kadar Hasan Nasrallah “Biz ne zaman saldıracağımızı biliriz” dese de, savaş düşük yoğunluklu bir şekilde devam ediyor. Ellerinden geldiğince füze atıyorlar; fakat İsrail bu füzelerin çoğunu kalkanıyla durdurabiliyor. Meselâ sınıra 30 kilometre yakında bir hava üssüne bir füze düştü, birkaç tânesi düşüp zâyiat verse de, İsrail’e karşı büyük bir başarıdan, sivil ölümünden veya asker ölümünden bahsetmek mümkün değil.
Son bir yıla baktığımızda, İsrail’in de verdiği askerî zâyiatlar var. Fakat karşılığına baktığımızda, son 3 günde 600-700 kişinin öldürüldüğünden bahsediliyor. Bunlar arasında sivil ölümler de var. Rakamlar her zaman olduğu gibi İsrail lehine. İsrail çok daha ciddî bir şekilde öldürebilme kabiliyetine sâhip.
Burada en son, Biden’ın ne yapabileceğine değinmek gerekebilir. Biden artık son döneminde ve Birleşmiş Milletler’de de verdiği mesajlar bana göre ümitsiz mesajlar. İsrail’e ve Netanyahu’ya karşı yapabileceği fazla bir şey yok. Artık burada seçimlere iki aydan az zaman kaldı. Bana göre Beyaz Saray’ın en büyük korkusu, eğer İran’dan gelecek bir misilleme olursa, İsrail’in İran’a saldırması — yani İsrail’in Hizbullah’a karşı yaptığını İran’a da yapması. Gerçi Suriye’de zâten yapıyor; ama bunu İran’da da yaparsa, İran’ın petrol kuyularından birkaç tânesini vurursa ve İran buna karşı savaş açarsa ve bu, önümüzdeki günlerde olursa, Amerikan seçimlerini ciddî şekilde ekonomik olarak, petrol fiyatlarıyla etkiler. Beyaz Saray bundan korkuyor ve sürekli bir yıldan beri verdiği, “Tırmandırmayın, diplomasi için hâlâ zaman ve umut var” mesajlarını vermeye devam ediyor. Fakat şu geldiğimiz noktada bunların hiçbir anlamı yok.

Ruşen Çakır: Evet. Sâdece Amerika Birleşik Devletleri değil, dünyanın hiçbir gücü, hiçbir kurum ve hiçbir ülke İsrail’e bir şey yapamıyor. Gazze’de yapamadılar, bunu gördük. Lübnan meselesinde araya giren bile yok, değil mi? Benim gördüğüm kadarıyla, “Bir dakika! Yapmayın, birbirinize saldırmayın” diye müdâhil olan yok. Gazze için Katar’da süren birtakım sonuç almayan görüşmeler olsa da ya da Amerikan Dışişleri Bakanı Blinken Gazze’ye defalarca gitse de, İsrail-Hizbullah meselesine hiç kimse elini bile sürmek istemiyor. Bu çok garip bir durum değil mi? Ne dersin Gönül?
Gönül Tol: Evet, İngiltere’nin vatandaşlarını çıkarmak için Kıbrıs’a 600-700 asker gönderdiği söyleniyor. Bu tür adımlar atıyorlar. İsrail savaşın alanını daha fazla büyütmesin diye onu engellemek adına atılan adımlar yok. Geçen haftaki yayında, çağrı cihazı saldırısının, bir sonraki aşamanın habercisi olduğunu söylemiştim. Ben aslında ilk günlerde, o çağrı cihazı saldırısından sonra bir kara harekâtının başlayacağını da düşünmüştüm. Bence şimdi hâlâ emâreler var. İsrail, şimdilik sınırlı bir tırmandırma taktiği izliyor gibi görünüyor. Yani kara harekâtı olmadan, hava saldırısıyla, Güney Lübnan'a, Beyrut'un güneyine, doğuda Beka’ya, Hizbullah'ı Litani Nehri’nin kuzeyine çekme amacı güdüyor. Böylece, Ömer'in söylediği gibi, savaş nedeniyle yerinden olmuş kendi vatandaşlarını İsrail'in kuzeyine yeniden yerleştirmek istiyor. Bu sınırlı tırmandırma ne zaman sona erer ve bir kara harekâtına dönüşür? Meselâ eğer Hizbulah binlerce füze fırlatsaydı ve bu, İsrail tarafında sivil ölümlerine sebep olsaydı çok daha hızlı bir şekilde tırmanırdı ve savaşın yönü kara harekâtına doğru çok daha hızlı giderdi. Oysa Hizbullah hepimizin beklediğinden çok daha sınırlı bir tepki veriyor. Meselâ 40 tâne füze attığını söylüyor ki Ömer’in söylediği gibi aslında gerçekten 100-150 bin tâne füzeye sâhip olduğu söyleniyor — bu bir.
İkincisi de İran’dan gelen mesaj var. Meselâ dün İran’ı çok yakından tâkip eden bir gazeteci şöyle bir şey söyledi: “İranlı yetkililere, ‘Ne yapacaksınız, Hizbullah’ın yanında duracak mısınız?’ diye bir soru sormuşlar. Onlar da ‘Şu anda bir şey yapamayız, çünkü Cumhurbaşkanımız New York’ta’ demişler”. Sanki o tür bir karârı İran Cumhurbaşkanı veriyor gibi. İşte bunlar İran’ın hakîkaten müdâhale etmek istemediğini gösteriyor. Ama İran’ın da bir sınırı var. Nedir o sınır? Hizbullah İran açısından çok önemli bir müttefik. Dolayısıyla Hizbullah’ın çok zayıflatıldığını düşündüğü noktada müdâhale eder. Bu nasıl bir form alır, ne şekilde müdâhale eder bilemiyoruz. Ama eğer Hizbullah’ın gerçekten çok ciddî yara aldığını da görürse, İran’ın bir şey yapması gerekebilir. Şimdi henüz o kara harekâtı noktasında değiliz.
Bir kara harekâtına doğru gittiğimizi ne zaman anlarız? Birincisi, İsrail Hizbullah tarafına, “Nehrin kuzeyine çekilmek için şu kadar vaktiniz var” diye bir ültimatom verir. Henüz onu söylemedi. İkincisi, İsrail’in kuzeyinde sahra hastâneleri kurulduğunu görürüz. Bu da olmadı henüz. Yedek askerleri göreve çağırır. Bu kısmen oldu. İki tâne tugayı kuzeye gönderdiği, bunun içerisinde yedek askerlerin de olduğu söyleniyor. Hizbullah’ın Suriye’den gelen tedârik zincirlerini vurmaya başlar, bu da kısmen oluyor. O yüzden bence Hizbullah mümkün olduğunca oraya getirmemeye çalışıyor. Meselâ bir MOSSAD üssünü vurdu. Çok sivil hedefleri vurmuyor. Bu yüzden de Netanyahu istediği kadar tırmandıramıyor. Bence Netanyahu’nun istediği, bir kara harekâtı. Çünkü böyle bir kara harekâtı, yıllarca sürecek bir şey.
Dün Financial Times’ın yaptığı haberde gördüm, bir araştırma yapılmış. Kamuoyu yoklamalarında Netanyahu’ya toplumsal destek 7 Ekim saldırısından önceki noktaya gelmiş. İki yıl daha bir bu kara harekâtının sürdüğünü düşündüğümüzde, bu, Netanyahu’nun koltuğunu büyük oranda garantiliyor gibi. O yüzden bunu istiyor. Fakat Netanyahu’nun bunu yapabilmesi için Hizbullah’ın daha sert yanıt vermesi gerekiyor. Hizbullah bugüne kadar o kadar sert bir yanıt vermedi. İsrail tarafında sivil ölümleri olmadı. Ama bu söylediğim işâretlere bakmak lâzım. Bunları görmeye başladığımız zaman… meselâ Suriye’de silâh transferi yapılan kanallar var. Onlar vurulmaya başladığında ve kuzeye doğru asker hareketliliği olduğunda, bir kara harekâtının başlamak üzere olduğunu anlayabiliriz.
Ömer Taşpınar: Çok kısa bir ekleme yapabilir miyim? Gönül İngiltere’nin Kıbrıs’a asker gönderdiğini söyledi ya? Dün Macron, Fransız televizyonunda bir konuşma yaptı ve Lübnan’ın savaş arifesinde olduğunu, çok kritik bir yerde olduğunu söyledi ve her iki tarafı da tırmandırmamaya çağırdı. Bu arada, Fransız vatandaşları da Lübnan’dan çıkıyor. Rusya da vatandaşlarının çıkmasını istedi. Biliyorsun, Fransa geleneksel olarak Lübnan üzerinde sömürge gücü. Özellikle Hıristiyanlarla çok sağlam bağları var, Sünnîlerle de var; bir Fransız diplomasisi var. Fakat İsrail’i tutabilecek, İsrail’in gücünü engelleyebilecek tek ülke Amerika. Herkes bunu biliyor. Amerika da bunu mâlûm nedenlerle yapmıyor. Normal bir zamanda da yapması zor olurdu; buradaki İsrail lobisinin gücü ortada. Bir de genelde Amerika’daki söylem, “Biz İsrail üzerinde, onların bizim üzerimizde olduğu kadar etkili olamıyoruz” şeklinde. Sonuçta kendi stratejik kültürleri, kendi askerî güçleri var ve Amerika İsrail’in artık neredeyse bağımsız bir aktör hâline geldiğini bir şekilde kabullenmiş durumda. Biden’la Netanyahu arasındaki iletişim kanalları da artık iyice güçsüzleşti. Yani Biden’ın ciddî bir etkisi yok. Amerika ise seçim döneminde.
İkinci söyleyeceğim şey, Gönül’ün de bahsettiği gibi Hizbullah henüz güçlü bir şekilde cevap vermedi. Orada şöyle bir durum var: 500 bin sorti yapan bir İsrail Hava Kuvvetleri var. Aslında Hizbullah güçlü cevap vermeye çalışıyor olsa da, önleyici vuruşlar yapıyorlar. Bu kadar seferberlik içine girmiş bir hava kuvvetlerine karşı, füze rampalarını çıkarıp füze atabilmek çok kolay değil. İsraillilerin ellerinde de çok iyi istihbârat var. Kolay değil. Meselâ uzun menzilli bir füzeyi Tel Aviv’e fırlattılar. O füze Tel Aviv’e düşseydi sivil zâyiat olurdu. Ama Tel Aviv’e yolladıkları füze, havada füze kalkanıyla düşürüldü. İsrail’in çok güçlü bir füze savunma sistemi var. Bir konvansiyonel söylem var: Hizbullah’ın elinde 150-200 bin füze olduğu ve isteseler İsrail’in her yerini vurabilecekleri söyleniyor. Doğru, Hizbullah’ın böyle bir kapasitesi var; ama bu kapasitenin olması, bunu yapabilecekleri anlamına gelmiyor. Çünkü İsrail’in de aynı zamanda çok ciddî bir füze savunma sistemi ve önleyici bir hava kuvvetleri var. Hizbullah istese bile şu anda ne derecede tırmandıracağından emin değilim.  Bir yandan da beli kırılmış bir yapı var. Hasan Nasrallah hariç, lider kadrosundan bilinen bir sürü adam elimine edildi. Elit kadrolarının Beyrut’taki toplantısına bomba atıldı. İbrahim Akil ve Rıdvan Gücü dediğimiz gücün yarısı, 15 tâne de yüksek rütbeli komutan orada öldürüldü. İsrail aslında Hizbullah’ın vurucu gücünü de inanılmaz bir başarıyla engelleyebiliyor ve bence bu, İran’ı da Hizbullah’ı da afallatmış durumda. Şu an ellerinden bir şey gelmiyor da olabilir. Bu da İsrail’e müthiş bir güç veriyor.
Kamuoyunun gözünde Netanyahu’nun da kazanıyor olması biraz buna bağlı. İsrail hem Hizbullah’a hem İran’a karşı inanılmaz bir güç gösterisi içinde şu anda. İran, bu kadar kendinden geçmiş ve kendisine göre İsrail karşısında başarılar kazanmış İran’ın, misilleme yapmaya ne kadar gücü var ve buna cesâret edebilir mi ondan da emin değilim. Operasyonel anlamda, kısa dönemde bu savaşı İsrail kazanıyor gözüküyor. Ama uzun dönemde bütün bunlar İsrail’in güvenliğini artırıcı şeyler mi? Gerek Hamas’a karşı gerek Hizbullah’a vurulan ölümcül darbeler, uzun dönemde işlerin kökündeki mesele halledilmedikçe palyatif çözümler olabilir. Orta ve uzun dönemde, karşımızda tekrar güçlenecek bir Hamas ve Hizbullah olabilir. Ama şu anda İsrail’in operasyonel başarılar kazandığı konusunda hiçbir şüphe yok.
Gönül Tol: Bir de şunu ekleyeyim: “Uzun vâdede neler olacak?” sorusunu düşünürken, toplumsal dinamikleri de düşünmek lâzım. İsrail’de zâten sağa kayan bir siyâset vardı. Uzun vâdede İsrail-Filistin meselesinin ne yöne evrileceğini anlayabilmek için, “7 Ekim’den bu yana olanlar, o dinamikleri daha perçinleyecek mi?” sorusu çok önemli. Dün Ömer çok çarpıcı bir şey anlattı. Amerikalı bir yetkiliyle bu meseleyi konuştu. O yetkili şöyle bir örnek vermiş: İsrail siyâsetinin çok solunda olan ve Gazzeli çocukları gönüllü olarak ameliyat eden, Netanyahu hükûmetini çok eleştiren bir doktorun, bu Amerikalı yetkiliye, “Kurtardığım her Gazzeli çocuk için pişmanım” dediğini söylemiş. Bu çok dramatik bir şey. Bu, Netanyahu’ya verilen toplumsal desteğin 7 Ekim’den önceki seviyesine gelmiş olduğunu gösteriyor. Bütün bunlar bir taraftan insânî açıdan da çok üzücü tabiî. Çünkü Filistin meselesinin nasıl çözüleceği mevzûu var.

Ruşen Çakır: Ömer, demin sen “Füze savunma sistemleri” dedin.  Bizde de paketi açılmamış S-400’ler var biliyorsun. En son haber Yunan basınında Kathimerini gazetesinde çıktı.  Amerika Birleşik Devletleri, S-400’lerin İncirlik’e konulması hâlinde Türkiye’nin tekrar F-35 programına alınabileceğini söylemiş. Pazartesi günü yaptığım yayında Prof. Serhat Güvenç’e de bunu sordum. O da, “Bu haber Yunan basınında çıktıysa ciddîye almak lâzım” dedi ve sonra da İncirlik’e konma formülünün gerçekçi bir formül olduğunu söyledi. Bu arada Yunan lobisinin Türkiye’nin F-35 programına geri alınmasına karşı olduğunu biliyoruz; şimdiden faaliyete de başlamış durumda. Bu formül hakkında şu âna kadar çok şey konuşuldu, mâlûm. Biz de bunları hep konuştuk. Ömer, bu en son çıkan haberi nasıl değerlendiriyorsun? Bu sana da gerçekçi geliyor mu?
Ömer Taşpınar: Gerçekçi geliyor ve gerçek. Bu bir bakıma Amerikalılar tarafından konfirme de edilmiş durumda. Benim konuştuğum yetkili dün, “Evet, böyle bir süreç zâten Temmuz ayından beri var, ama yeni bir mektup da yolladık” dedi. Aslında bana bu söylediği, Türkiye açısından memnun olunacak bir durum değil. Yıllar sonra bu kadar para verilmiş bir füze sistemini kullanamıyor olunmasının üzerine, bunların bir de İncirlik’e yerleştirilmesi, bu kadar anti-Amerikanizm’in olduğu, Amerika’ya karşı bu kadar tepkinin olduğu bir ülkede, gerek TSK içinde gerek Türkiye’nin savunma stratejisi içinde S-400’leri bir bakıma bağımsızlık olarak gören, NATO’dan bağımsız hareket edebileceğine inanan, bunu düşünen insanların olduğu bir ortamda, Türkiye’nin bu yenilgiyi kabul etmesi, S-400’leri Amerika'ya teslim etmesi, aslında Erdoğan hükûmeti açısından trajik ve utanç verici ve Türkiye açısından bu bir hezîmet. Amerikalı arkadaşımın bana söylediği şey çok ilginçti: “Aslında Türkiye bunu sessizce yapmak istedi, duyurmak istemedi” dedi. Sen hâriç, Türkiye’de doğru dürüst bir medya olmadığı için, aslında bunu sessizce yapmayı Türkiye becerebilirdi de. Kimsenin rûhu duymayabilirdi, bu gizlice Amerikalılara verilseydi.
Gönül Tol: Rusya hâriç.
Ömer Taşpınar: Rusya belki istihbâratla duyardı; ama bunu Amerika zâten aylardan beri konuşuyor. Hattâ bâzen benim okulda konuştuğum bâzı arkadaşlarım, bildiğim insanlar, “Bunların başına bir şey de gelebilir, bunlar bir yangında, bir depoda yanabilir de” gibi şakalar da yapıyorlardı. Yani bir şekilde gizli bir operasyonla, Amerikan İstihbârâtı’nın da devreye girip bunların yok edilmesi, “Bir yangın çıktı, depoda bir şey oldu” gibi denilerek de halledilebilirdi. Aslında burada Yunan basınının bir başarısı var. Onlar bu haberi devreye sokuyor ve tabiî ki aslında böyle bir şeyin olmasını istemiyorlar.
Engellemek içi sızdırıyorlar herhalde.
Ömer Taşpınar: S-400’lerin Türkiye’nin elinde kalması, İncirlik’e gitmemesi, Amerika’nın eline geçmemesi Yunanistan’ın lehine olur. Çünkü Yunanistan şu anda F-35’leri satın almış durumda ve Ege’de, târihinde hiç sâhip olmadığı kadar askerî açıdan, en azından teknoloji olarak bir üstünlüğe sâhip; bir asimetri var. Normalde Türk Hava Kuvvetleri’nin çok daha güçlü bir filosu olur ve Yunanistan’la herhangi bir savaş senaryosunda tabî ki Yunanistan buna yanaşamaz. Ben bir savaş durumu olacağını söylemiyorum; ama şu anda Yunanistan, F-35’leri satın almış olması ve Türkiye’nin elinde de eskiyen bir F-16 filosu olması nedeniyle kendisini daha güçlü hissediyor. O nedenle, Atina’nın en son isteyeceği şey, Türkiye’nin F-35’lere kavuşması. Bunun önüne engeller sürmek için de eğer Yunan istihbârâtı bunu duyduysa hemen Kathimerini’ye sızdırır. Ben Kathimerini’nin İstanbul’daki veya Türkiye’deki kaynaklarının bunu bulmuş olacağına inanmıyorum. Bunu muhtemelen Yunanistan İstihbârâtı bir şekilde Amerika’dan duydu ve bunu gayet başarılı bir şekilde sirkülasyona soktular. En son Google’a baktığımda, bir sürü haber kanalında artık bu mesele konuşuluyor. Zâten dün konuştuğum yetkili de, “Türkiye bunu sessizce yapma niyetindeydi. Ama bizim Türkiye’ye olan CAATSA yaptırımlarını engellememiz, devreden kaldırmamız için bunu zâten Kongre’ye götürmemiz gerekiyordu. Bunu zâten ‘Sessizce Kongre’den geçirelim’ diyemeyecektik ve zâten Yunan lobisi ayağa kalkacaktı. Kongre’de bu mesele konuşulacaktı” dedi.
Yani şu anda Türkiye tükürdüğünü yalıyor durumda. Erdoğan hükûmeti 1,5 milyar dolar verdi, bu S-400’leri aldı ve kullanamadı. Bunu Amerika’ya teslim etmeye sanki râzı gibi gözüküyor. Normal şartlar altında bu, bir hükûmeti çok zor duruma düşürür. Ama konuştuğumuz, bahsettiğimiz hükûmet zâten o kadar büyük U dönüşleri yaptı ki, akla sığmayacak şeyleri o kadar rahat bir şekilde savunuyor ve yapıyor ki… Meselâ Birleşik Arap Emirlikleri ile ilişkilere bakalım: “Darbenin arkasındaki finansör” dediği ülkeyle, şu anda neredeyse stratejik işbirliğine doğru gidebilecek kardeş ülke hâline geldi. Sisi ile ilişkiler mâlûm. Netanyahu eğer bugün böylesine bir delilik içinde olmasaydı, belki de Ankara’da karşılanıyor olacaktı. Erdoğan böylesine U dönüşleri yapıyor. Ama buna karşı duracak maalesef sağlam bir sivil toplum, muhâlefet ve medya da yok. Dolayısıyla istediğini yapabiliyor.

Ruşen Çakır: Ömer, biz varız ya? “Medya yok, medya yok” diyorsun da, biz neciyiz burada, yapma.
Ömer Taşpınar: Senin dışında.

Ruşen Çakır: Vallahi bilmiyorum. Medyascope’u bilmiyorum, ama “Transatlantik”in izleyeni çok. Programı etkili yerlerdeki isimler izliyor yani, bunların hepsini yazıyorlar.
Ömer Taşpınar: Tabiî ki dalga geçmek için söylemiyorum bunu. Normal şartlarda bu mesele hükûmet düşürecek bir mesele olurdu. Herhangi bir demokratik ülkede, bu bir hezîmet, bir başarısızlık, stratejik bir fâcia. Bu kadar para harcanmış, açılamamış. Rusya’nın ne cevap vereceğinden korkmak, endîşe etmek dışında…

Ruşen Çakır: İstersen o kısmı Gönül’e sormuş olayım. Çünkü konuşacağımız bir başka konu daha var. Gönül, ne dersin? Rusya bunlara, “Tabiî canım, ne demek? Tabiî ki İncirlik’e koyabilirsiniz” mi diyecek böyle bir durumda?
Gönül Tol: Ömer’in söylediği gibi, Erdoğan’ın tek endîşesi Rusya’nın ne söyleyeceği. Ne muhâlefetten korkuyor ne topluma bunu açıklayamamaktan korkuyor. Erdoğan’ın korktuğu tek şey, “Aman Putin ne der?” Putin de zâten memnun değil bir sürü şeyden, bunu da konuşmak lâzım. Tabiî ki Putin’in buna “eyvallah” demesi mümkün değil. S-400’leri Ukrayna dışında başka bir ülkeye göndermek belki daha kabul edilebilir bir tutum olabilirdi; ama İncirlik’e, Amerikalılara teslim etmek ve ben o terminolojiyi bilmiyorum ama, S-400’ün Türkiye’ye satılan versiyonunda, bir teknoloji taklîdi olmasın diye değişiklikler var. Yani bir düşük versiyonu. Dediğim gibi terminolojiye hâkim değilim. Fakat ona rağmen Rusya, Amerika’nın S-400’ün sağına soluna bakmasını istemez herhalde. O yüzden ben Putin’in buna “evet” diyeceğini düşünmüyorum. Ama burada bence Putin’den önce, muhâlefetin kıyâmeti koparması gerekiyor; bütün gazetelerin bundan bahsetmesi gerekiyor. Çünkü gerçekten, bu sâdece utanç verici bir durum değil; aynı zamanda bir adamın kafasına göre ve sebebini bilmediğimiz nedenlerle aldığı bir kararla, bu ülke milyarlarca dolar para kaybetti. Üstelik sâdece o da değil: F-35’in Türk filosuna katılacağı varsayımıyla oluşturulmuş bir strateji vardı. 
Ömer Taşpınar: Tedârik zinciri.
Gönül Tol: Türkiye sâdece milyarlarca dolar kaybetmedi, aynı zamanda Erdoğan, Türkiye’yi savunması açısından zâfiyet oluşturacak bir duruma itti. Bu, Türkiye’nin ulusal çıkarlarına aykırı bir şeydi. O yüzden sabah akşam bu meselenin konuşulması gerekiyor. Zâten bu yeni bir şey de değil. Hatırlıyorum, biz geçen yıl İncirlik meselesini Amerikalı yetkililerden ilk duyduğumuzda, “Transatlantik”te konuşmuştuk bunu. İşte bu şimdi teyit edilmiş oldu.
Ömer Taşpınar: Murat Mercan bundan çok bahsediyordu. Bu yeni bir hikâye değil aslında. Murat Mercan kendine de pay çıkararak, “Ben de bunu ortaya koydum, bir alternatif olarak söyledim” diyordu. Amerikalıların S-400’leri açıp teknolojisine bakmak isteyecekleri kesin. Amerikalılar buna en başından beri teşneler zâten; her ne kadar en son modeli olmasa da, isterler böyle bir şeyi. Fakat burada Türk yetkililer, “Biz S-400’leri almak zorunda kaldık, çünkü Amerika bize satmadı” gibi bir şey söyleyebilir. Bu söylem hep var.
Gönül Tol: Ama o söylem doğru değil.
Ömer Taşpınar: Ama bunu konuştuk. Diyelim ki Amerika, Türkiye’nin istediği şartlarda bunu vermedi. Gerçek bu. Türkiye, istediği şartlar nedeniyle bunu alamadı. Çünkü belirli şartlar koydu, Amerika da, “O şartlarda satmayacağım” dedi. Peki, Türkiye bunu alıp kullanamamasını nasıl açıklayacak? Yani bunu alıyorsan, bir şekilde kullanman lâzım. Türkiye’de bir Savunma Bakanı var –ki kendisi eski Genelkurmay Başkanı–, “Gerekirse açarız bunu” diyor. Sanki bu böyle son anda açılabilecek bir paketmiş gibi. Hani, havada bir füze ya da bir şey görecek ve o anda açacak. Bunun tatbîkatları yapılır, devreye sokulur. Eğer bunu alıyorsanız, belirli bir stratejik hesaplama üzerinden yapılır bu. Türkiye şu anda füze savunma sistemi açısından zâfiyet içinde bir ülke ve bunu kullanamıyor olması başlı başına bir hezîmet. Çünkü bu programı seyredenler, eminim, “Amerika’yı savunuyorlar, Türkiye sanki bunu kullanmak istemedi mi?” diyecek. Başarısızlık burada. Türkiye’nin hesap yapamaması. Halbuki bu açık açık söylenmişti: “S-400’leri alırsanız F-35’leri alamayacaksınız” denmişti. Şimdi, bu F-35’ler nedeniyle Türkiye 10 milyar dolarlık bir zarar içinde. Avrupa’daki, NATO içindeki bütün F-35’ler Türkiye’de bakım görecekti, yani bir bakım ağı kurulacaktı ve Türkiye milyarlarca dolar kazanacaktı. Türkiye’nin kendi yapmak istediği beşinci jenerasyon millî muhârebe uçağı bu F-35 sâyesinde daha iyi bir teknolojiye varabilecekti. Bunun o kadar büyük kayıpları var ki. Bütün savunma uzmanları, S-400’ler nedeniyle Türkiye’nin müthiş bir zarar içinde olduğunu kabul ediyorlar. Bu nedenle hükûmetin bu konuda aslında söyleyecek iki sözü bile olmamalı.

Ruşen Çakır: Son olarak Kıbrıs meselesini konuşalım. Gönül, sen bir şeyler söylemek istiyorsun. Erdoğan Birleşmiş Milletler’deki konuşmasında tabiî her zamanki gibi, “Dünya beşten büyüktür” dedi, Filistin meselesine ağırlık verdi; ama Kıbrıs’ta artık iki devletli çözümü de bir kere daha vurguladı. Kıbrıs Türkleri arasında iki devletli çözüm isteyenlerin oranının kaç olduğunu bilmiyorum; ama orada bir tartışma var. Genel olarak bildiğimiz, federatif bir Kıbrıs’ı tercih edenler de var. İşin “Kıbrıs Türk halkı ne istiyor?” boyutu var. Ama öte yandan, Yunanistan ya da Güney Kıbrıs râzı olmadığı müddetçe dünya, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni kabul edebilir mi, bu noktaya gelebilir mi?
Gönül Tol: Ruşen, bırakalım Güney Kıbrıs’ı ve Yunanistan’ı, Türkiye’nin “En yakın müttefîkim” dediği Azerbaycan ve Pakistan gibi ülkeler bile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni tanımak istemiyor. Bu gerçekçi bir çözüm değil. Şimdi maalesef çözümsüzlüğün Türk tarafına dayatıldığı bir statüko oluştu. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Türkiye dışında herkes, Türkiye’nin en yakın müttefikleri bile bu statükodan memnun. Peki buraya nasıl gelindi? Bence kabahatin çok büyük bir kısmı, Rum kesiminde ve Avrupa’da. Hatırlayalım: 2004 Annan Planı –ki orada Erdoğan’a kredi vermek lâzım; kendi gücünü konsolide etmek için yaptı bunu, hattâ Rauf Denktaş bunu istememesine rağmen, meseleye çok yapıcı yaklaştı–, 2004’te ne oldu? Türk tarafı Annan Planı’nı büyük ölçüde referandumda kabul etti, Rum tarafı kabul etmedi. Sonra çok büyük bir hatâ oldu. Avrupa Birliği Kıbrıs Rum Kesimi’ne AB üyeliği verdi. Halbuki üyelikten önce, üyeliği bir havuç olarak elinde tutup önce çözümü dayatabilirdi. Bunu yapmadı. Bu çok büyük bir hatâydı.
Sonra 2017’de bu müzâkereler yeniden başladı, İsviçre’nin Crans-Montana kasabasında müzâkereler sürdü ve herkes aslında bu müzâkerelerden ümitliydi. Çünkü çok çetrefilli teknik konularda dahi uzlaşılmıştı. Daha da önemlisi, hem Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde hem de Rum Kesimi’nde, çözümü isteyen ve çözümü halkına anlatan iki lider vardı: Mustafa Akıncı ve Nikos Anastasiades. İkisi de gerçekten çözüm için çok uğraşan liderlerdi ve çözüme çok yaklaşılmıştı. Hattâ Türkiye de çok büyük bir tâviz vermişti. Neydi o tâviz? Bu müzâkereler sürecinde, “Adanın kuzeyindeki askerî varlığımı 1974’ten önceki seviyeye çekmeye hazırım” demişti. Düşünelim, herhalde yaklaşık 30 bin asker var; onu, 1000’in altına çekme taahhüdü verdi Türkiye. Bu çok önemliydi. Ama ona rağmen Rum tarafı, “Türk askerinin ne zaman çekileceğine dâir bize takvim vereceksiniz” dedi. Kuzey açısından Türk askerinin çekilmesi problemli, çünkü güvenlik endîşeleri vardı haklı olarak. Ama Türkiye bu adımı da attı. Mustafa Akıncı buna da “Tamam” dedi.
Bu sürece kadar Erdoğan hükûmetini çok fazla suçlamanın anlamı yok. Çünkü gerçekten orada iyi niyetle müzâkere edildi. Fakat 2017’de müzâkereler çökünce, Erdoğan Mustafa Akıncı’ya çok kızdı, çok tâviz verdiğini düşündü ve yerine Türkiye’nin de desteğiyle Ersin Tatar gibi, bence Kıbrıs Türk halkının istediğini dikte edemeyecek, muhâfazakâr, çözümü getiremeyecek bir lider geldi. 2017’den îtibâren Türkiye iki devletli çözümü önermeye başladı. Tabiî bu ideal durum, öyle değil mi? İki devletli çözüm ne şâhâne olur. Türkiye dışında kimsenin tanımadığı, izole olmuş bir KKTC var ve oradaki halk bunun zorluğunu çekiyor. Bir devlet kurulsa hârika olurdu, ama bu gerçekçi değil. Şimdi Erdoğan Birleşmiş Milletler kürsüsünde de dünyayı KKTC’yi tanımaya çağırıyor ve iki devletli çözümü direterek, aslında Yunan ve Rum tarafının elini güçlendiriyor. O arada olan da oradaki Türk tarafına, oradaki halka oluyor. Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’a da bir şey olmuyor, oradaki halk bunun acısını çekiyor.
Erdoğan’ın izlediği siyâset nedeniyle, Batı’nın özellikle Erdoğan’a duyduğu tepkinin bedelini maalesef Kıbrıs’taki Türk Kesimi ödüyor. Doğu Akdeniz’de yaptığı saçma sapan şeyler, çok agresif tutum izlemesi, “stratejik otonomi” diye başlayıp, eni sonu düşünülmemiş siyâset izlemesi… öyle bir konjonktür oluşturdu ki, bundan sonra, Türkiye ve KKTC dışında hiçbir aktör çözüm istemiyor. Meselâ neler oldu bakalım: Kıbrıs Rum kesimi Fransa’yla ve Amerika’yla savunma işbirliğini inanılmaz yakınlaştırdı — aynı şekilde Yunanistan da. Orada Mısır’ın ve İsrail’in içinde olduğu bir ittifak oluştu ve bu ittifak bütünüyle statükodan memnun. İkincisi ve benim daha tehlikeli bulduğum: Amerika Kıbrıs Rum Kesimi’yle ve Yunanistan'la savunma işbirliğini çok pekiştirdi ve burada Erdoğan’ın hatâsı çok büyük. Erdoğan’ın gerekli gereksiz her konuda zorluk çıkarması, “Türkiye çok zor müttefik” algısını yarattıkça –ki S-400 de bu meselelerden bir tânesi–, diğer paralel ittifaklar, Yunanistan’la ve Rum kesimiyle ilerledi ve derinleşti.
Rum Kesimi de elini çok iyi oynadı. Meselâ Rum Kesimi’yle Rusya’nın, kökleri târihe dayanan, Ortodoksluk’tan ve askerî işbirliğinden kaynaklanan derin bir ittifâkı var. Bir de tabiî, Rum Kesimi bir kara para aklama ve vergi cenneti. 2013’teki finansal krizle birlikte, artık Rus oligarklar Kıbrıs Rum kesiminden çıkmaya başladı. Rusya’nın Ukrayna işgalinden sonra da Rum Kesimi stratejik bir karar aldı ve “Hava sâhamı ve limanlarımı da Rusya’nın kullanımına kapatacağım” dedi ve bütünüyle yüzünü Batı’ya döndü. Bu karar Amerikan Kongresi’nde çok takdir gördü. Amerika’nın, Ruslarla çalıştıkları için Rum Kesimi üzerinde yıllardır uyguladığı bir ambargo vardı; askerî hiçbir şey satılmıyordu. Kıbrıs Rum Kesimi’nin bu karârından sonra Kongre bu ambargoyu kaldırmaya karar verdi. Tamâmen kaldırılmadı, bu her yıl yenileniyor. Ama şimdi Kongre’ye yeni bir karar sunuldu ve “Bunu 5 yılda bir yapalım” deniyor. Bu ne demek oluyor biliyor musunuz? Bu, Amerika da silâhlandıracak ve çok daha sağlam bir savunma işbirliği demek oluyor. Amerika artık Ada’da bir çözümden vazgeçti, böyle bir çözümün olmayacağına artık kanaat getirdi ve mümkün olduğunca Yunanistan ve Rum kesimiyle ilişkilerini geliştirecek. O zaman oradaki Türk halkına ve onların haklarına ne olacak?
Son olarak şunu söylemek istiyorum: Erdoğan sürekli “iki devletli çözüm” diyor. Tekrar edeyim: Rusya’nın, Azerbaycan’ın, Pakistan’ın bile tanımadığı yerde, iki devletli çözüm ne zaman gerçekçi olurdu? Siz bunu bir müzâkerede karşı tarafa karşı elinizi güçlü tutmak istediğiniz bir koz olarak kullanabilirdiniz. Ne zaman bu kozu kullanabilirdiniz? Eğer meselâ Azerbaycan, Pakistan, Kırgızistan ve Rusya, tek tek, “Biz KKTC’yi tanıyoruz” deseydi, bu, Rum tarafında paniğe sebep olurdu ve onları müzâkere masasına iterdi. Ama şimdi sizden başka kimse tanımıyor. Erdoğan yıllardır lobi yapıyor, yıllardır Aliyev’e bunu söylüyor; ama Aliyev ilgilenmiyor, çünkü Yunanistan’la enerji ilişkisi var ve AB’yi karşısına almak istemiyor. Meselâ Rusya geçenlerde, “Biz Kuzey’e konsolosluk hizmeti vereceğiz” dedi, Türkiye’de herkes, “Rusya KKTC’yi tanıyacak galiba” diye heyecanlandı. Rus yetkililer çıktı ve “Yok öyle bir şey” dedi. Birincisi, bu yüzden gerçekçi değil. İkincisi, Kuzey Kıbrıs, ekonomisiyle, her şeyiyle, dünyaya bir telefon etmek için bile tamâmıyla Türkiye’ye bağlı. Erdoğan, 2022’de Kuzey Kesim’le bir Finansal İşbirliği Protokolü imzâladı. Burada amaç, bir devletin altyapısını ve kurumları oluşturmaktı. Yapamadı. Bir sürü câmi açıyor, Diyânet’i gönderiyor; çünkü Erdoğan’ın “Devlet”ten anladığı bu. Ama bu, oradaki yerli halkın istemediği bir şey, Erdoğan hayat tarzlarını değiştiriyor ve devletten anladığı, “Câmi yapalım, Diyânet’i oraya gönderelim”. Ama onun dışında bir şey yok. Kendi finansal sorunları olan bir Türkiye nasıl orada bir devlet altyapısı kuracak? O yüzden bu hiç gerçekçi değil.
Gerçekçi olan nedir? Birincisi, müttefiklerinize baskı yapmak ve elinizdeki kozları kullanıp tanınmasını sağlamak. İkincisi de Birleşmiş Milletler’e baskı yaparak, “İki tarafa da eşit statü verin, böylece biz müzâkerelere elimiz güçlü başlayalım” demek. Çünkü diğer türlü hiç kimsenin motivasyonu yok. Rum tarafı da Amerika da Yunanistan da, herkes çok memnun statükodan. Bugün Ahmet Davutoğlu’nu izledim, “Erdoğan’ın konuşmasıyla çok gurur duydum” diyor. Nesiyle gurur duyuyorsun? “Gazze’yi savunuyor” diyor. Erdoğan’ın yaptığı bir şey yok. Filistin meselesinde bütünüyle o rolü Katar’a kaptırmış durumda. İki devletli çözüm diye ısrar ediyor Erdoğan. İki devletli çözüm de dediğim gibi Azerbaycan’ın bile tanımadığı bir şey. Gurur duyacak bir şey yok. İşte bu yüzden diyoruz, stratejik düşünme yetisi olmayan, siyâsî atamalarla, bir-iki adamın ülkenin dış politikasına karar verdiği bir ülke, stratejisiz, bir gün onu yapan, öbür gün onu diyen, S-400 alan, sonra “Bunu kullanmayalım, Amerikalara verelim” diyen bir siyâsete evriliyor.

Ruşen Çakır: Ömer, ben 1985’te gazeteciliğe başladığımda, bir büyüğümüz, “Kıbrıs çok önemli konu, ama gazetecilikte pek ilgi çekmiyor. Zâten ‘çözüm çözüm’ diyorlar, bir çözüm filan da olmaz” demişti. Onu hiç unutmam. 40 yıl oldu — ki daha önce başlayan bir sorun ve sıfıra sıfır elde var sıfır, değil mi? Bir çözüm var mı ufukta? Gönül’ün dediği gibi, Annan Planı çıktığı zaman hakîkaten bir şey oldu orada ve Türkler çok büyük bir üçkâğıda geldi.
Ömer Taşpınar: Orada fırsat kaçırıldı.
Gönül Tol: Orada suç bütünüyle AB’nindi.

Ruşen Çakır: Tabiî, hatırlarsanız, “Rumlar ‘evet’ diyor, Türkiye ‘hayır’ diyecek” denirken, tam tersi yaşandı.
Ömer Taşpınar: Orada Papadopulos’un “hayır” için oynadığı, bizim Kıbrıs Rum Kesimi dediğimiz, aslında Kıbrıs’ın tek kabul edilen tarafının da Türkiye ile birleşmek için bir motivasyonu olmalıydı. Şunu bilmelilerdi: “Eğer bu referanduma ‘hayır’ derseniz, Avrupa Birliği’ne giremeyeceksiniz”. Ama Avrupa Birliği öyle bir mesaj veremedi. Çünkü Atina 2004 yılında, “Eğer Kıbrıs Rum Kesimi’ni Avrupa Birliği’ne almazsak, ben, Doğu ve Orta Avrupa ülkelerini Avrupa Birliği’ne alma programına veto koyacağım” dedi. Atina’nın orada elinde önemli bir kart vardı, onu oynadı. Zâten 2004’ten sonra da Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri, her ne kadar tam üyelik görüşmeleri başlamış olsa da, Türkiye Gümrük Birliği konusundan bile başlayarak Kıbrıs Rum Kesimi’ni tanımadığı için suya düştü. Bu Kıbrıs meselesinin çok çetrefil bir mesele olduğunu Amerikalılar da hep anlatır. Amerika’nın arabuluculuk konularında son dönemlerdeki en başarılı ismi, rahmetli Richard Holbrooke idi. Dayton’da bir anlaşmayla, Yugoslavya’daki bütün bölgeleri getirdi, bir şekilde Bosna-Hersek’in kurulmasına kadar giden süreçte önemli bir rol oynadı. Çok başarılı bir diplomat. Bill Clinton kendisine Kıbrıs dosyasını önerdiğinde, “Ben Kıbrıs’a bakmam, orası halledilemeyecek kadar zor bir mesele” demiş. Düşün yani! Yugoslavya meselesinde bile başarı kazanmış birisi.
Son olarak şöyle bitireyim: Gönül zâten çok detaylı ve güzel anlattı. Kıbrıs Rum Kesimi’ndeki halk, Türk Kesimi ile niye birleşmek istesin? Ellerinde bunu gerektirecek hiçbir şey yok; istediklerini elde etmiş durumdalar. Burada Amerika’ya şöyle bir fırsat sunmak gerekiyor aslında: Rum Kesimi’ne askerî açıdan bu kadar yatırım yapıyorlar, fakat sonuçta Kıbrıs adası, tanınan bu Kıbrıs ülkesi, NATO üyesi değil. NATO’nun içinde, o ağın içinde savaşabilecek bir hava kuvvetleri ve askerî güçleri yok. Eğer bunu bir NATO ülkesi hâline çevireceklerse, orada bir fırsat penceresi çıkabilir. Yani birleşerek NATO’ya girmeleri. Rum Kesimi’ne birleşme konusunda bir “havuç” vermek, böyle bir fırsat yaratabilir. Türkiye ile görüşmeler tekrar başlarsa, Rum Kesimi’ni motive edecek havuç, ancak NATO üyeliği olabilir gibi geliyor. Burada da Türkiye’nin tekrar ciddî tâvizler vermesi gerekecek. Atina’ya geçen yıl gittiğimde, “Burada bir fırsat penceresi doğabilir” diye oradaki bir uzman da söylemişti. Ama şu anda böyle bir konuşma da yapılmıyor zâten. Ben Amerikan Hükûmeti’nin de bu konuyla ilgilendiğini düşünmüyorum. Fakat Türkiye bir strateji izleyecek olsa, bu tür bir diplomasi yürütmeli. Kıbrıs Rum Kesimi’ne NATO’ya girme havucunun uzatılması, Türk Kesimi’yle görüşmelerin tekrar başlaması ve Avrupa Birliği olmadı bâri NATO’ya girerken Ada’nın bütünleşmiş şekliyle girilmesi. Bu aynı zamanda Türkiye’nin de isteyeceği bir şey olmalı. Çünkü tek devlet hâlinde bütünleşmiş bir Kıbrıs, o zaman Avrupa Birliği üyesi de olacak. Türkiye tabiî ki bunu tanıyacak ve bana göre Avrupa Birliği yönünde de teknik olarak belirleyeceğimiz bir engel kalkacak. Tabiî hâlâ Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkilerini düzeltmesi yolunda bir sürü engel olacak. Fakat Kıbrıs engeli –ki en önemli engellerden birisi olarak hep Türkiye'nin önüne konuyor–, birleşmiş bir Kıbrıs ile bu ortadan kalkar.
Gönül Tol: Ruşen, şunu söyleyeyim, ondan sonra bitirelim. Amerikalılar Kıbrıs konusunu pek konuşmuyorlar. Geçenlerde Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nda Kıbrıs üzerine küçük bir toplantı vardı. Ben de konuşmacıydım ve orada, “Kıbrıs meselesine gerçekten bir çözüm arıyor musunuz?” diye sordum. “Evet” dediler, ama çok da net bir cevap veremediler. Çözüm irâdesi özellikle 2017’den sonra çok çok uzak görünüyor. “Sizin Kıbrıs meselesinin hakkaniyetli çözümünden vazgeçtiğinizi şuradan anlıyorum: Kongre ambargoyu tamâmen kaldırmaya hazırlanıyor ve eğer ambargo kaldırılırsa, Kıbrıs’ta çözümü unutun. Kıbrıs’ta çözüm olmadığı sürece, Türkiye ve Yunanistan arasında sağlıklı bir ilişki kurulmasına, Doğu Akdeniz’de istikrar olmasına imkân yok. Şu ya da bu şekilde oradaki istikrarsızlığı Rusya da sömürebilir. Meselâ Rusya’nın Güney Kıbrıs’la ilişkileri gerilmiş durumda zâten. Putin geçenlerde bir açıklama yaptı ve Yunanistan ile Rum tarafını düşman ülke listesine aldı. Oradaki karışıklıktan Rusya da faydalanabilir, bu sizin aleyhinize” dedim. Sonuç olarak, Amerikan tarafında çözüme dâir irâde, beklenti, ümit, çok zayıflamış durumda.

Ruşen Çakır: Evet arkadaşlar, çok teşekkürler. “Transatlantik”e burada noktayı koyalım. Gönül Tol ve Ömer Taşpınar’a çok teşekkürler. İzleyicilerimize de teşekkürler, iyi günler.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
13.10.2024 “Ben senin, beni sevebilme ihtimalini sevdim!”
06.10.2024 Özgür Özel üzerine bazı gözlemler ve notlar: Pirinç/bulgur paradoksu
02.10.2024 Transatlantik: İsrail İran’a cevap verir mi? Lübnan’da Hizbullah’ın geleceği – Walz-Vance münâzarası
29.09.2024 Bir yok edici melek olarak Erdoğan
27.09.2024 Özgür Özel, New York Türkevi hakkındaki rüşvet iddialarını niçin yalanlamış olabilir?
26.09.2024 Bir mozaik olarak Türkiye (10) - Serkan Baysak ile Türkiye'de Romanlar
25.09.2024 Transatlantik: İsrail Lübnan’da ne planlıyor? S-400 sorunu çözülüyor mu? Erdoğan’ın Kıbrıs çıkışı
23.09.2024 Ruşen Çakır’la Hafta Başı (3): Narin Güran cinayetinde yaşananlar - Esad ve Erdoğan görüşecek mi? - Gelecek ve DEVA birleşiyor mu?
22.09.2024 Erdoğan ile Esad buluşmasını beklerken
20.09.2024 Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel ile “Haftaya Bakış” (232): 4. madde tartışmaları - İsrail-Hizbullah savaşı - CHP içi tartışmalar
13.10.2024 “Ben senin, beni sevebilme ihtimalini sevdim!”
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı