Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel ile “Haftaya Bakış” (232): 4. madde tartışmaları - İsrail-Hizbullah savaşı - CHP içi tartışmalar

20.09.2024 medyascope.tv

20 Eylül 2024’te medyascope.tv'de yaptığımız Haftaya Bakış’ı yayına Tania Taşçıoğlu Baykal hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Kemal Can ve Kadri Gürsel’le yine haftanın öne çıkan olaylarını değerlendireceğiz. Arkadaşlar, İstanbul’un nöbetini ben aldım. Sizlere kolay gelsin. Bu hafta, pek yapmadığımız bir şeyi yapıyoruz; dünyayı, Lübnan’ı, İsrail ve Hizbullah meselesini konuşuyoruz. Bugün yine çok ciddî saldırılar oldu. İsrail Beyrut’ta Hizbullah’a âit hedeflere yoğun hava saldırıları düzenledi. Saldırılarda üst düzey bir Hizbullah komutanının ve çok sayıda sivilin de öldüğü belirtiliyor. Bu saldırıdan 3 gün önce, yine İsrail, önce Hizbullah militanlarının kullandığı çağrı cihazlarını ve hemen ertesi gün telsizlerini uzaktan kumandayla eşzamanlı olarak patlattı. Çok acâyip şeyler yaşanıyor. Bölgesel savaş çıkar mı, çıkıyor mu derken, sanki gerçekten savaş çıkacakmış gibi duruyor. Bu meseleyi konuşalım. Kadri, içimizde bu konulara en hâkim olan sensin, seninle başlayalım.
Kadri Gürsel: Estağfurullah.

Ruşen Çakır: Bu ne acâyip bir şeydir gerçekten. Tabiî burada herkes, haberleri okuyunca şüpheyle cep telefonlarına baktı. Ama ilk gün, çağrı cihazlarını patlatıp, ertesi gün, bu nedenle ölen Hizbullah militanlarının cenâzesinde telsizleri patlatmak… Belli ki bunlar çok uzun süredir çalışılmış, stratejiler geliştirilmiş, şirketler kurulmuş, acâyip bir istihbârat faaliyeti var. Ama bir yandan da açık bir terör faaliyeti; çünkü ölenlerin içerisinde hatırı sayılır ölçüde sivil var. Çağrı cihazlarının patladığı yer Hizbullah’ın askerî karargâhı değil. O sırada insanlar evinde, âilesiyle yemek yerken, çarşıda alışveriş yaparken, arabada giderken oluyor bu patlama. Sivil insanların öldüğü ve de çok ağır yaralıların olduğu belirtiliyor. Bir sonraki günkü telsiz patlaması da öyle. Ama bugün daha konvansiyonel gidiyor. Bir taraf roketlerle saldırırken, diğer taraf da drone’larla saldırıyor. Bunlar bir şekilde bizi de ilgilendiren gelişmeler tabiî. Ne dersin Kadri?
Kadri Gürsel: Elbette bizi de ilgilendiriyor. Netîcede bugün İsrail’in Lübnan’da yaptığı, ilginç bir 21. yüzyıl savaşı. Ama bunun içinde çok kapsamlı, geniş, ince düşünülmüş, uzun zamandır devam etmekte olduğunu varsayabileceğimiz bir casusluk operasyonu da var. Netîcede bütün bu cihazlara patlayıcılar yerleştirilebiliyor. Sen uzaktan kumanda dedin, ama sinyal yollamak sûretiyle, yani şebekeye sızarak aynı anda patlatılıyor bunlar. Bunun yapılabilmesi, akıllara, “Bizde de bu tür bir asimetrik savaş veya düşük yoğunluklu bir harpte bu tür bir terör saldırısına mâruz kalınabilir mi?” sorusunu getirebilir. Ben buna, teorik olarak mümkün olsa bile, pratik olarak pek ihtimal vermiyorum. Çünkü Hizbullah’ın kullanmış olduğu haberleşme altyapısını, proto-state dedikleri devlet öncesi örgüt olması nedeniyle bir sivil yapı olduğunu dikkate alarak değerlendirmek lâzım. Bu bir sivil iletişim altyapısı. Askerî teknolojiler ise çok ilerledi. Askerî teknolojilerde bu iş kolay değil. Bir de Türkiye’de yerli üretim yapılıyor. Yani Türkiye’nin bütün haberleşme teçhizâtı yerli üretim. Dolayısıyla, Türkiye açısından endîşelenecek bir durum olduğu kanaatinde değilim. Ama nokta operasyonları yapılabilir mi? Tabiî ki yapılabilir. Fakat bu iş, gerçekten de târihte ilk kez örneğini gördüğümüz bir kinetik dijital operasyon. Casusluk operasyonunun mümkün kıldığı bir askerî saldırı. Askerî saldırı olduğu kadar, burada İsrail’in sivil hayatları hiçe saydığını da görmek lâzım. Senin de söylediğin gibi, Hizbullahçıların markette, alışverişte, evinde, arabasında, âileleriyle birlikte, şurada burada gündelik hayâtını sürdürürken, o an nerede kimle olduklarına bakmaksızın ve aynı anda yapılan bir saldırı. Lübnan’ı, Şii toplumunu ve Hizbullah’ı dehşete düşürmek, büyük bir umutsuzluğa ve yeise sürüklemek, bu amaçla da İsrail’in yenilmez olduğu iddiasını yeniden güçlendirmek amacıyla da yapılmış psikolojik savaş türünün en dehşet verici, ilk bakışta akıllara durgunluk veren bir örneğiyle karşı karşıyayız. Böylece İsrail muazzam bir psikolojik üstünlük inşâ etmiş oluyor. Bu tür saldırıların caydırıcı olabileceğini zannetmiyorum. Fakat şurası bir gerçek ki İsrail, iki dakika içinde 4 bin kadar Hizbullahçıyı, pek çoğunda geri gelmesi mümkün olmayan sakatlıklar oluşturarak savaş dışı bırakmış oluyor. Dört bin yaralı demek kolay; ama bunların çoğunun gözlerini kaybettiğini, kör olduklarını, uzuvlarını yitirdiklerini düşünecek olursak, tablo gerçekten dehşet verici. Lübnan için üzülmemek elde değil. Lübnan çok acılar çeken bir ülke. Bu da Lübnan’a çektirilen acıların son kertesi oldu. Bu patlama, 2020 yılında limanda unutulan 3 bin ton amonyum nitratın patlamasından sonra Lübnan’ın karşılaştığı en büyük şok.
Hizbullahçıların haberleşme cihazlarının içinde patlayıcı olduğu ya da hack’lendiği yönünde şüphelere kapıldığını istihbar etmesi üzerine İsrail’in bu saldırıyı erkene aldığı söyleniyor. Erkene alsa da almasa da aslında bu bir fırsat operasyonu. Burada bir güvenlik açığı teşhis ediyor İsrail. Buraya bir alım yaptığını, bunu piyasadan satın aldığını görünce, bu tür bir oyun planı kurguluyor kendisine. Fakat dediğim gibi, bunun öne alınması veya ertelenmesi veya daha uygun bir zaman açısından değerlendirilmesinden ziyâde, büyük resmi görmek lâzım. Büyük resimde hâdise, aslında İsrail’in İran nükleer silâh programını bertaraf etme veya on yıllarca geciktirmeye yönelik bir hamlesinin ön adımları olarak da değerlendirmek mümkün bunu. Buna bir kesinlik atfetmiyorum, çünkü bu stratejik hedef olabilir. Ama diğer taraftan, taktik düzeyde de Hamas’ın ardından Hizbullah’ı da İran’ın bölgedeki vekil unsurları olarak, en azından bir süre bölgede iş göremez, koordineli operasyon yürütemez hâle getirmek ve bu fırsat penceresinden yararlanarak Hizbullah’a çok ağır caydırıcı bir darbe indirmek veyâhut Hizbullah’ın elindeki, 200 binlerle ifâde edilen değişik tipteki füze, roket envanterini koordineli bir şekilde kullanılamaz hâle getirmek gibi bir amaç güdülüyor olabilir. Bunu göreceğiz; ben İsrail’in bu iki gün üst üste sürdürdüğü, önce çağrı cihazları, ardından telsizler ve hattâ güneş kolektörleri ve bâzen bilgisayarların da patlatılması sûretiyle gerçekleştirdiği saldırının ardından, dün ve bugün Lübnan’daki Hizbullah hedeflerine özellikle füze lançerlerine yönelik gerçekleştirdiği saldırının, daha çok, Hizbullah’ın İsrail’e karşı büyük bir misilleme eylemine girişmesini önleme amacını taşıdığını düşünüyorum. Yani bir bölgesel savaşın ön habercisi midir bu? Onu zaman gösterecek. Ama bence burada İsrail’in Güney Lübnan’daki füze lançerlerini vurmaktaki öncelikli amacı, siber saldırı karşısında Hizbullah’ın İsrail’e misillemede bulunmasını geciktirmek ve bu misillemenin gücünü azaltmak olduğunu düşünüyorum. Tabiî bu uzun yıllar tartışılacak ve 2022 Şubat’ından bu yana yaşadığımız, hattâ daha önce 2020’ye de kadar geri alırsak, Azeri-Ermeni savaşında drone’ların kullanılmasıyla ortaya çıkan, şimdi yine drone’ların ve diğer siber teknolojilerin de kullanıldığı Ukrayna Savaşı’ndan sonra, bu, gerçekten 21. yüzyılda savaşların nasıl cereyan edeceğine dâir bir işâret, bir ipucu veriyor bize.
Tabiî şunu unutmamak lâzım: İsrail ve Hizbullah arasında çok büyük bir asimetri var. Hizbullah’ın başlıca destekçisi, hattâ tek destekçisi İran. İran oraya teknoloji, bilgi, silâh ve para aktarıyor; bununla sınırlı. Dolayısıyla, İsrail’in elindeki teknolojik kapasiteyle Hizbullah’ın baş etmesinin mümkün olmadığı da görülüyor. Netîcede, 30-35 yıl öncesinin teknolojisi olduğu için müdâhale edilemez ya da bir şekilde bertaraf edilemez bir silâha dönüştürülemeyeceği veya hack’lenemeyeceği varsayılan çağrı cihazlarının nasıl bir silâha dönüştürüldüğünü görüyoruz burada.
Benim bir bölgesel savaş beklentim var mı? Şu aşamada zâten o bölgesel asimetrik savaş Hamas ve İsrail arasında cereyan etti. İsrail Filistin’e ikinci Nakba’yı, Büyük Felâket’i yaşattı maalesef. Şu an maalesef Hamas’ın İsrail’e karşı operasyonel kabiliyeti kalmadı. Hizbullah’a karşı benzer bir şey düşünüyor; ama Hizbullah çok dişli bir rakip, ciddî bir güç. Lübnan’daki neredeyse tek örgütlü, ordu seviyesinde silâhlı bir güç. Bu güce karşı eğer ileride İran’a karşı bir müdâhale penceresi açılacağını veya açacağını umuyorsa, İsrail’in, önündeki fırsatları değerlendirmesini bekleyebiliriz.

Ruşen Çakır: Bu arada, Hizbullah’ın üst düzey komutanlarından İbrahim Akil’in öldürüldüğü kesinleşti. Zamânında, İslâmî Cihad olarak Amerikan hedeflerine yönelik, yıllar önceki saldırıdan dolayı aranan bir isimmiş. Şimdi İsrail onun öldürülmesine karşı misilleme beklentisiyle alarma geçmiş. Kemal, sen ne dersin? Her gün yeni bir şeyler görüyoruz. İnsanlar yapay zekâ muhabbetini yaparken, çağrı cihazlarının patlatılmasını duyunca, hepimiz gerçekten çok şaşırdık. Yıllar önce hepimiz kullanmıştık çağrı cihazlarını. Kadri, sen de kullandın mı?
Kadri Gürsel: Evet. Ben Agence France-Presse’teyken çağrı cihazı kullanıyorduk. 93-94 yıllarında bu çağrı cihazlarını kullanıyorduk. Sonra cep telefonları çıktı, ona geçtik.

Ruşen Çakır: Ben de kullandım. Kemal, sen kullanmış mıydın?
Kemal Can: Hayır, ben şahsî olarak kullanmadım, çağrı cihazım olmadı. Ama kullanıldığı dönemi gayet iyi biliyorum 

Ruşen Çakır: Neredeyse 30 yıl olmuş.
Kadri Gürsel: 1993’tü. Otuz bir yıl olmuş. 

Ruşen Çakır: Daha önce Hizbullah’ın çok üst düzey bir komutanı cep telefonundaki sinyaller üzerinden öldürülmüştü biliyorsunuz. Ona karşı tedbir olarak böyle bir karar alınmış. Böyle garip bir durum var. Kemal, sen ne dersin bu konuda? 
Kemal Can: Sen programı açarken, “Pek yapmadığımız bir şeyi, dünyayı konuşuyoruz” dedin; ama biz genellikle dış meseleleri, doğrudan bir iç politika malzemesi hâline dönüşmemişse, “Haftaya Bakış” gündemine pek almıyoruz. Kadri bu hâdise üzerine epeyce geniş çerçevede olayın bölgesel sonuçlarını ve muhtemel etkileri üzerine bir şeyler söyledi. Ama bir de hâdisenin kullanıldığı alan, hedefleri ve kullanan aktörden bağımsız birtakım sonuçları var. Tabiî ölçek olarak aynı büyüklükteki bir şeyden bahsetmiyoruz; ama şimdi bahsedeceğim konu, 11 Eylül saldırısı ve onun bütün dünyaya yayılan, her ülkenin kendi içindeki dengeleri de etkileyen taraflarına benzeyen bâzı özellikleri var bu hâdisenin. Birincisi, belki sonunda Türkiye’yi de ilgilendiren bölgesel duruma biraz değinirim; ama asıl benim daha çok önemsediğim bir taraf, son yıllarda, çeşitli olaylarda çok belirgin biçimde altı çizilen, çok hâkim bir hâlet-i rûhiye olarak yerleşen bir konuyla meselenin önemli bir bağlantısı var: Artık kimsenin hiçbir yerde güvende olamayacağı fikri. Soğuk Savaş’tan sonra dünyanın yeni dehşet dengesini oluşturan temel motto, yüksek bir güvensizlik hissiyle besleniyor. Bunun nasıl kullanıma girdiği, nasıl bir politik enstrümana çevrildiğini en bâriz biçimde 11 Eylül’de gördük. Bunun, bugün hâlâ konuştuğumuz, iç politika meselelerinde de bir kavram olarak kullandığımız güvenlik öncelikli ya da çeşitli biçimlerde şiddet tekelinin ve gözetim-denetim gücünün, gerek dijital olarak gerekse kamusal geleneksel güç enstrümanları açısından nasıl belirleyici hâle geldiğini ve bunun karşısında, kalabalıkların ve tek tek bireylerin nasıl çâresiz ve yalnız oldukları hissini yükselten bir etkisi var.
Hatırlarsanız, 11 Eylül’den sonra, daha önce îtiraz edilen, kişisel özgürlüklere tehdit sayılan pek çok şey, güvenlik gerekçesiyle meşrû hâle geldi. Aslında bu biraz daha eskiye dayanıyor. 90’larda, yine başka bir güvenlik tehdidiyle, İngiltere’de çok yaygın kullanıma başlayan sokak kameralarıyla tâkip meselesi, insanların talep ettiği bir güvenlik aygıtına dönüştü. Daha önce insanların kendi kişisel özgürlükleri için tehdit diye kabul ettikleri şeyi nasıl meşrû hâle getirdiğini, hattâ onların talebi hâline dönüştürdüğünü, bu güvenlik algısıyla yaşadık. Yine 11 Eylül’de, Batı’nın kendisi için ayrıcalık olarak ifâde ettiği birtakım kuralların, birtakım ilkelerin, prensiplerin, hattâ birtakım uluslararası anlaşmaların nasıl hiçe sayıldığı, işkenceden, hukuk dışı muamelelere kadar her şeyin güvenlik gerekçesiyle nasıl meşrû hâle getirildiğini gördük.
Tamam, belki bu hâdise 11 Eylül cüssesinde bir şey değil; ama şimdiden televizyonlardaki o sopalı yorumcuların tamâmının, tedârik zincirlerinin güvenliği, teknolojinin kontrolü, teknolojinin tekelde olması, hattâ mümkünse bütün teknolojik altyapının nasıl güçlü bir denetimle yerli millî unsurların elinde olması gerektiği gibi, hattâ böyle örtülü biçimde İsrail’in yaptığına açık ya da gizli hayranlık duyarak birtakım yorumlar yaptıklarını görüyoruz. Bu yorumların hepsinde, kimsenin hiçbir yerde güvende olmadığı fikrinin bir otoritarizmi, hakların, özgürlüklerin ya da güvenlik kaygısıyla ihlâl edilebilecek alanların meşrûiyetine hizmet edecek biçimde yeniden tanımlandığını görüyoruz. Ben bu hâdisenin böyle etkiler yaratabilecek bir içerik kazandığını düşünüyorum. Kadri’nin de biraz önce aktardığı gibi, genel olarak savaş teknolojisindeki değişim, dolayısıyla savaş makinasının kapasitesi konusunda bu teknolojik ilerlemenin yarattığı bir değişim söz konusuydu. Ama bu son saldırı, tıpkı bu pandemi zamânında aşı karşıtlığı tartışmalarında da yaşadığımız gibi, bireysel alanda tek tek insanların, merkezî olarak yönlendirilebilen birtakım tehlikelerle canlarını kaybedebileceğini ve asla güvende olamayacaklarını, bu güvenliği sağlayabilecek olanın da karşı şiddet gücüyle ancak mümkün olduğunu, dolayısıyla insanların bu tür araçlara sâhip olanlara sığınmaktan başka bir çâresi olmadığını düşündüren bir şeyi besliyor.
Şimdi bu pek çok olayda karşımıza geliyor. Bu olayda bölgesel etkileri, Ortadoğu’da olan bitene yapacakları, oradaki aktörlerin pozisyonları açısından Netanyahu’nun Hizbullah’ın üstüne gelmek, kışkırtmak için kullanacağı bir hâdise olması ya da demin Kadri’nin anlattığı gibi, rakiplerini îtibarsızlaştırarak, kendi meşrûiyetini yaratacak etkiler yerine, rakiplerinin îtibarını hedef alan bir stratejiyle ilerleyen başka bir hegemonya biçimini bize getirecek. Bunun bölgesel sonuçlarını göreceğiz. Ama bunun dışında, herkesin, her ülkenin kendi içindeki politik pozisyonlarını etkileyecek bir şeye de yol açacağını düşünüyorum. Aslında Gazze savaşının her aşamasında, bu sivil saldırıların, soykırım tartışmalarının veya bu ölçüsüz suç pervâsızlığının hiçbir engelle karşılaşmamasının bir parçası olarak düşünülmesi gerektiğini ve buradaki meseleye bu pencereden bakmak gerektiğini düşünüyorum. Dolayısıyla bu olayın dış politika meselesi olmaktan başka bir sonucu olduğunu ve bu yüzden de konuşmanın gerekli olduğunu düşünüyorum.
Önümüzdeki günlerde, büyük ihtimalle bu ülkede de başka yerlerde de teknolojik kontrol ya da teknolojik alanın tedârik zincirlerini kontrol ya da teknolojinin ve bilginin ve dijital alanın merkezî kontrolü meselesinde kullanılacak argümanlardan ya da gerekçelerden biri hâline geleceğini düşünüyorum. Bir süredir hep konuşulan her şeyi yerli-millîleştirmek ve pek çok hakkı ilga ederek ilerleyen otoriterliğin kendine gerekçe uydurmakta kullanacağı örneklerden birine dönüşeceğini düşünüyorum. Bunun ufak tefek işâretlerini de, hem sosyal medya yorumlarında hem geleneksel televizyon yorumcularının dilinde bunun işâretlerini fazlasıyla görüyorum. Bu yüzden bu hâdisenin, biraz önce değindiğimiz, kimsenin hiçbir yerde güvende olmadığı fikrini koyultan ve bundan birtakım politik sonuçlar üretmeye zemin hazırlayan tarafını da tartışmak gerektiğini düşünüyorum. İsrail bunu hesapladı, bunun komplosunu yapmak için bunu yaptı demiyorum; ama 11 Eylül örneğini bunun için verdim. 11 Eylül’ün sonrasındaki dünyanın aynı dünya olmadığını, 11 Eylül sonrasında kimsenin aynı kişi olmadığını hatırlamakta fayda var.

Ruşen Çakır: Şimdi, Lübnan Hizbullahı’ndan Türkiye Hizbullahı’na geçelim. HÜDA PAR yönetimi, Hizbullah benzetmelerine erişim karârı aldırtmıştı biliyorsunuz; ama sonra mahkeme bu karârı bozdu. HÜDA PAR, “Anayasa’nın ilk 3 maddesine îtirazımız yok; ama 4. maddesine îtirazımız var” diyerek Türkiye’nin gündemini belirledi. Anayasa’nın 4. maddesi, “İlk üç maddenin değiştirilmesi teklif edilemez” der. Yani “Şimdilik bu üç maddeye ‘Evet’ diyoruz, ama 4’ü kaldırdığımıza göre yarın öbür gün bunu değiştirebiliriz” demeye getiriyor. Tabiî bunu HÜDA PAR’ın yapması, “İktidar bir şey mi deniyor?” diye yorumlandı. Fakat önce Erdoğan, sonra Bahçeli, net bir şekilde böyle bir şeyin kesinlikle gündemlerinde olmadığını söylediler; ama bildiğim kadarıyla HÜDA PAR’a da bir şey yapmadılar. Ve HÜDA PAR hâlâ Cumhur İttifâkı’nın bir parçası olarak duruyor. Dört milletvekilini AKP sâyesinde kazandı. Bu arada diğer taraftaki 10-15 ve 3 milletvekili olayı hâlâ ortada. Biliyorsunuz Gelecek ve DEVA partileri birleşme için çalışıyor. Bunu da bir parantez olarak bir kenara koyalım. Evet, HÜDA PAR gündemi belirledi gerçekten. Biraz gündemde çok fazla bir şey olmadığı için de olabilir; ama gerçekten dokunulmaz şeylere dokunmuş oldu. Şu anda olay kapanmış gibi duruyor. Ama ortada ciddî bir soru var bence. En son Ahlat’ta, Zekeriya Yapıcıoğlu ve Bahçeli birbirlerinin ellerini havaya kaldırmışlardı biliyorsunuz. Normal şartlarda, ideolojik ve siyâsî duruş olarak baktığımızda, o ikisi ateşle barut gibi. Hangisi ateş hangisi barut önemli değil; ama normalde asla yan yana gelmeyecek olan iki yapı pekâlâ bir arada durabiliyorlar. Meselâ bu olayda da Bahçeli, HÜDA PAR’ın çıkışına, “Olamaz” gibi bir açıklama yaptı ama, “Ne işi var HÜDA PAR’ın yanımızda? Ben bundan 15 gün önce niye onun elini kaldırdım?” da demedi. Ne dersin Kadri? Bu olay kapandı bitti mi? Bir daha açılmayacak mı?
Kadri Gürsel: Burada bir muammâ var elbette. HÜDA PAR neden “Anayasa’nın 4. maddesi değişsin” dedi ve “ahmak” ifâdesini kullanarak, “Ahmağa anlatır gibi tek tek söylüyorum” dedi? Tabiî HÜDA PAR Cumhur İttifâkı’nın ortağı olduğu için insanlar hemen, “Kendisi söylemiyor, ama HÜDA PAR’a söyletiyor” diye yorumladılar. Ben hâdiseye başka bir açıdan bakıyorum. “Lübnan Hizbullahı’ndan Türkiye Hizbullahı’na geçelim” dedin ya? Aslında ikisinin de büyük patronu, uzaktaki patronu, İran. İnsanlar bâzen, “Ama bunlar Şiî değil ki, nasıl böyle oluyor?” diye şaşırıyorlar. İnsanlar biraz araştırsınlar, mâzîsine baksınlar.
Eğer bir siyâsî amaca hizmet etmiyorsa, HÜDA PAR’ın bu çıkışıyla ortalığı karıştırmasının ne gibi bir amacı olabilir? Türkiye’yi istikrarsızlaştırmak. Eğer Cumhur İttifâkı anayasa değişikliği gibi bir siyâsî hamle hazırlığı içindeyse, Anayasa’nın 4. maddesini ortaya atıp, “Değiştirilmesi dahi önerilmeyecek olan husûsiyetlerini tartışmaya açalım” demiş olmakla ne elde etmek istemektedir? “Nasıl olsa sırtında yumurta küfesi yok” diyeceksiniz. Bunlar daha iki hafta önce Bahçeli ile yan yana kol kola birbirlerinin ellerini tutup, “Hadi, eller havaya!” yapıyorlardı. Ama ben bunun mâsum bir hareket olduğu kanaatinde değilim. Ayrıca, Cumhur İttifâkı’nın da Erdoğan iktidârının da menfaatine uygun bir hareket olduğu kanaatinde değilim. Netîcede Türkiye’deki kutuplaşmayı artırmıştır. Ama kutuplaşma var; yani burada Erdoğan’ın istediği tarzda bir kutuplaşma olmamıştır. Çünkü Erdoğan’ın dahi meşrûiyetini sorgulamayacağı, sorgulamaktan imtinâ ettiği bâzı hususların tartışılmaya açılması ve bu amaçla değiştirilmesi konusunu bir şekilde gündeme getirmiştir. Erdoğan’ın verdiği cevap ise gerçekten mânîdardır. Kendisi de söylüyor: “Bu tür maksimalist talepler bizim anayasa konusundaki çabalarımıza ket vurur” dedi. Yani “Böyle aşırıcı taleplerle gelirseniz, ‘kazanan her şeyi alır’ gibi bir yaklaşım sergilersiniz, biz bu anayasa değişikliğini başaramayız” demeye getiriyor. Çünkü anayasa değişikliği konusunda daha en baştan yolu tıkamış oluyorsun.
Hizbullah’ın burada yapmaya çalıştığı şey şu: Hizbullah dedim, aslında HÜDA PAR demek istedim, ama bana göre ikisi de aynı şey. Çünkü HÜDA PAR, Hizbullah’ın kanlı ve silâhlı geçmişi konusunda herhangi bir özeleştiri ya da pişmanlık dile getirmedi; böyle bir şey yapmadı. Dolayısıyla HÜDA PAR, Hizbullah’ın legal platformdaki devâmı olduğunu, böyle yapmayarak teyit etmiş oluyor. Ben de HÜDA PAR’ın yaptığı pek çok büyük şeyin ardında İran parmağı aramakta kendimi çok özgür hissediyorum. Bu hâdiseye dar bir çerçeveden bakmamamız lâzım; Cumhur İttifâkı denklemi içinden okumamamız lâzım. Bunun, Cumhur İttifâkı’nın yakın, orta ve uzun vâdedeki çıkarları yâhut Erdoğan rejiminin çıkarları açısından hiçbir faydası olduğu kanaatinde değilim. Türkiye’de “Anayasanın 4. maddesi değişsin” demenin, Türkiye kamuoyunu 4. maddenin değişmesine alıştırmaya hizmet edeceğini zannetmek –varsa böyle zannedenler– ahmakça bir davranıştır. Böyle bir şey olamaz. En radikal ideologlarından Mehmet Uçum bile, kendilerinin kurucu olduklarını ve bir şeyler kurmakta olduklarını varsayarak, “Kurucu bir misyonun da muhâfaza edeceği şeyler vardır. Her şeyi yok etmez, sıfırlamaz” mânâsında bir açıklama yaptı.
Zâten Erdoğan rejimi, anayasanın bu değişmez, değiştirilmesi dahi önerilemez maddesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin temel husûsiyetini târif eden özelliklerin hiçbirine saygı duymuyor ve zâten bunları pratikte değiştirmiş durumda. Anayasa’nın 2. maddesi, “Türkiye demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir” diyor. Ama bu devlet ne demokratik ne laik ne sosyal bir devletidir şu anda. “Bu devlet bir cumhuriyettir” diyor. Ama Türkiye, vatandaşların eşitliği esâsı açısından bakarsak, oligarşik bir düzene doğru meylediyor ve cumhuriyet olmaktan giderek uzaklaşıyor. Bu arada İstiklâl Marşı, bayrağa sâhip çıkması, başkentinin Ankara olması, dilinin Türkçe olması, Erdoğan açısından hiçbir sorun teşkil eden şeyler değil. Ama ayrılıkçı bir Kürt örgütü olan HÜDA PAR ve Hizbullah açısından tabiî ki sorun teşkil ediyor. HÜDA PAR ayrılıkçı bir Kürt örgütü olduğu için de aslında kendi duruşuyla, kendi siyâsî çizgisiyle uyumlu bir şey bu. Çünkü HÜDA PAR Türkiye’nin bölünmez bir bütün olmasını kabûle yanaşmaz. Dilinin Türkçe olmasını kabûle yanaşmadığını zâten biliyoruz, o ayrı bir tartışma. Bayrak konusu da, İstikbal Marşı konusu da öyle. Laiklik desen, o da öyle. En azından şu an, bu ülkenin, anayasada değiştirilmesi dahi teklif edilemeyen bir laiklik vasfı var. Bütün bunların ışığında baktığımız zaman, bu tür yaklaşımlar, Türkiye’de anayasanın değiştirilmesi dahi teklif edilemez ilk 3 maddesinde serdedilen Cumhuriyet’in temel özelliklerinin aşınması sonucunu doğurmaz, ama kutuplaşmayı derinleştirir, seküler toplumda ve laik, milliyetçi kesimdeki tehdit algısını daha da artırır. Ben şu aşamada Erdoğan ve Cumhur İttifâkı’nın bundan pek bir fayda umduğunu zannetmiyorum. Erdoğan’ın ihtiyaç duyduğu kutuplaşma, kendi tabanını konsolide ettiği, kendi tabanını sertleştirdiği bir kutuplaşma. Karşı tarafı sertleştiren bir kutuplaşmanın arayışı içinde olduğunu zannetmiyorum Erdoğan’ın.

Ruşen Çakır: Evet, burada söylediğin şey önemli. Erdoğan’ın karşı tarafı değil, kendi tabanını –Kemal’le çok sevdiğimiz tâbirle– “konsolide etme” amacını taşıdığını ve burada ters etki yaratma ihtimâlini söyledin — ki biraz öyle oldu. Burada şöyle bir şey de var: Biliyorsunuz HÜDA PAR son yerel seçimlere bağımsız girdi; Cumhur İttifâkı ile berâber hareket etmedi. Etmek istedi galiba, ama bir şekilde olmadı. Topu topu bir belde kazanabilmiş bir partiden bahsediyoruz. Bu, Doğu Perinçek’in kazandığı muhtarlıkların bir gömlek üstü. Biliyorsunuz, Doğu Perinçek, partisinin iki üç muhtarlık kazandığını iddia ediyor. HÜDA PAR da bir adet belde kazanmış bir parti. Normalde ne söylerse söylesin, kimsenin umursamaması gereken bir şey olması lâzım; ama hakîkaten ortalığı karıştırdı.
Kemal Can: Ben o ortalığı karıştırma meselesinin kronolojisine baktığımda, HÜDA PAR Genel Başkanı’nın, bir televizyon programında bu açıklamayı yapmasından öncesine, Malazgirt Zaferi’nin yıldönümü vesîlesiyle Ahlat’ta verilen o fotoğrafa gitmemiz gerekir diye düşünüyorum. Aslında hâdisenin özü, daha sonra bu çıkışı “önemli” hâle getiren şey, orada verilen o fotoğraftı. O fotoğrafta herkesi şaşırtan, Bahçeli’nin HÜDA Par Genel Başkanı’yla yan yana ve ellerini kaldırarak fotoğraf vermesi ve o fotoğrafın içerisinde bâzı kuvvet komutanlarının da bulunmasıydı. Aslında bu şaşkınlık, şöyle bir hâfızasızlıkla da ilişkileniyor. Çünkü eğer orada Cumhur İttifâkı’nın temsil ettiği bir tür yeni devlet ittifâkına işâret ediliyorsa, zâten Hizbullah’ın gündeme gelişi, Hizbullah’ın dikkat çekici bir aktör olarak fark edilmesi, önümüze önemli bir mesele olarak geldi. Bunun için de 90’lı yıllara bakmamız lâzım. 90’lı yıllarda Hizbullah’ı önemli yapan şey, Hizbullah’ın tuttuğu taban, aldığı oy, siyâsî etkisi filan değildi. Devletin belirli bir stratejinin parçası olarak, fâili meçhul cinâyetler serisiyle birlikte Hizbullah’ı devreye sokması, onu kullanması vardı. O dönemde ne Cumhur İttifâkı var, ne Millî Görüş iktidârı var. Ama devletin içerisinde önemli bir kanat, Hizbullah’ı devlet için kullanışlı bir araç olarak devreye soktu. Hizbullah Türkiye’nin gündemine ilk defa orada geldi. Dolayısıyla şimdi, “Bahçeli ile Hizbullah nasıl yan yana geliyor?” ya da “Kuvvet komutanlarıyla Hizbullah nasıl aynı kareye giriyor?” sorusunu sorarken, 90’lı yıllarda nasıl yan yana geldiklerini de hatırlamak lâzım.
Hizbullah’ın bugün yine çok benzer bir pozisyonda, sâdece iktidârın ya da Erdoğan’ın değil, bu iktidârı mümkün kılan daha geniş bir koalisyonun içinde yer aldığını da hatırlamak gerekiyor. Hattâ güncel olarak, Diyarbakır’da kafe baskınlarından, tuhaf zamanlarda tuhaf iddialarla gündeme gelen yürüyüş ya da gösterilerle ve bâzı şiddet uygulamalarıyla da hatırlatıyor kendini. Tamam, tekrar domuz bağları ya da fâili meçhul cinâyetler görmüyoruz; ama bir biçimde, özellikle bölgede Hizbullah’ın belirli bir kullanımın aktörü hâline dönüştürüldüğünü ve bu anlamda, sâdece Erdoğan’ın ajandasından ibâret olmayan bir işlev edinmeye başladığını, o anlamda bir himâye gördüğünü de anlıyoruz. Meselâ bu 4. madde çıkışı sonrasında, Bahçeli ve Erdoğan’ın, “Bizim gündemimizde bunlar yok” deyip kenara çekilmesi, çok basit retorik bir çıkışla “Ne diyorsun?” deme gereğini bile duymamaları aslında biraz bununla ilgili diye düşünüyorum. Dolayısıyla bu tarafı dikkate almadan, HÜDA PAR’ın bu anlamdaki siyâsî fonksiyonu, şu anda kurulan denklemdeki yeri meselesine biraz eksik bakmış olacağımızı düşünüyorum açıkçası.
Anayasa’nın 4. maddesinin değişmesi tartışması, aslında o resimle ilgili tartışmanın içerisinden, HÜDA PAR’ın kendi pozisyonunu ifâde etmek ya da himâye edilme derecesini tartmak için yapılmış bir çıkış olma ihtimâli de var. Çünkü HÜDA PAR Genel Başkanı, ortada fol yok yumurta yokken, ısrarla bir anayasa tartışması içinde bir 4. madde çıkışı yapmadı, bu vesîleyle HÜDA PAR’ın varlığı ve içinde yer aldığı fotoğraf bağlamındaki tartışmaya cevâben bir aktör olarak devreye çıktı. Ve açıkçası bu tarafıyla da bir dışlanmaya uğramadı. Bence bunu dikkate almak lâzım. Bu tartışmada gözden kaçan bir taraf bu.
Kadri’nin çok sık kullandığı “seküler toplum” ya da devletin böyle bir kanadının refleksinden bahsedeceksek, o konuda da çok yüksek bir reaksiyon gördüğümüzü söyleyemeyiz. Hani hep gördüğümüz retorik, zaman zaman Erdoğan’a da yapılan, “Hadi, yap da görelim, yapamazsın. Gücün de yetmez” söylemlerini bir kenara bırakırsak, şu anda HÜDA PAR’ın aldığı siyâsî pozisyona ilişkin ve onu tartışmaya açan çok büyük bir kamuoyu reaksiyonu oluştuğu kanaatinde değilim açıkçası. Bunu bir tür gündem çalkantısı olarak yaşadık. Sen de biraz önce, “Gündem boştu, bu, gündemi doldurdu” minvâlinde bir şey söyledin — ki biraz öyle bir tarafı var. Çünkü bu “seküler toplum” dediğimiz şeyin ya da “seküler refleksler”in, kendini zaman zaman bir aktörü işâret ederek böyle yüksek perdeden kendini ifâde etme ve bununla biraz yatışma ihtiyâcı oluyor. Sanki biraz da buna hizmet etti gibi geliyor bana. O anlamda Kadri’ye katılıyorum. “Erdoğan bunu önden gönderip zemin oluşturuyor ve anayasa tartışmalarında bir altlık oluşturuyor bu konuyu” türünden birtakım siyâsî komplolar üretildi, ama ben buna çok katılmıyorum. Çünkü öyle bir içeriği de yok, sonuçta 3 tâne cümleden oluşan bir şey. Orada kışkırtıcı, karşı tarafı biraz irrite edici bir “ahmak” meselesi var. Onun başka göndermeleri de var. Bir de üstüne, “Bizim saklama gereği duymadığımız bir pozisyonumuz var” duruşu. Dolayısıyla çok da derin bir tartışma açan bir içeriği olduğu kanaatinde değilim. Devâmı gelecek bir gündem gibi de durmuyor. Ama HÜDA PAR’ın o resmin içerisinde bulunuşu ve daha geniş anlamdaki iktidar blokunun 90’larda kullanıp, sonra çok sert bir tasfiyeye hamle ettiği Hizbullah’ı yeniden raftan indirip kullanıma sokmasının daha önemli tarafları olduğunu, buranın biraz az konuşulduğu kanaatindeyim.

Ruşen Çakır: Hatırlarsanız, HÜDA PAR’ın Cumhur İttifâkı’na katılmasının ardından, Süleyman Soylu’nun uzun bir açıklaması vardı. Onun son bölümünü okuyayım, Kemal’in söyledikleri daha da netleşsin. Süleyman Soylu diyor ki: “Tayyip Erdoğan’ın attığı HÜDA PAR adımı, Türkiye’nin 20-30 yıl içerisinde Doğu ve Güneydoğu’da muhâfazakâr politika açısından yalnız kalan, kendi kodlarına dönmeye çalışan AK Parti ve Tayyip Erdoğan’ın, bu dönemin en büyük akıllarından bir tânesi olduğunu göreceksiniz. Bu çok güçlü bir sosyolojik adımdır ve büyük bir devlet aklıdır”. Yani bunu bir devlet operasyonu olarak tanımlıyor.
Kemal Can: Benden daha iyi ifâde etmiş.

Ruşen Çakır: Evet, biraz Türkçe bozukluğu var. Türkçesi senden kötü, ama “Bu bir devlet aklıdır” diyerek bunu net olarak ortaya koymuş. “AK Parti bölgede yalnızlaştı, yardıma ihtiyâcı var” diyor. Öncesinde de, “HÜDA PAR’ı biz almasaydık HDP’ye yanaşabilirdi” diyor.
Evet klasik, haftalık CHP muhabbetine gelelim. Dün yaptığım yayında https://medyascope.tv/2024/09/19/rusen-cakir-yorumladi-turkiye-yatip-kalkip-chp-konusuyor-tartisiyor/ “CHP meselesi nedir, kimin işine yarıyor?” konusunda birçok şey söyledim. O yüzden ben susuyorum, sözü Kadri ve Kemal’e bırakıyorum. Ne dersin Kadri? Bir hafta içerisinde CHP’de neler oldu?
Kadri Gürsel: CHP’ye ayıracağım süreden biraz çalarak HÜDA PAR konusuna devam etmek istiyorum bir iki dakika. HÜDA PAR ve Hizbullah, bölge jeopolitiğinden ayrı düşünülebilecek bir husus değil. Biz nasıl bugün YPG/PKK’yı bu bölgenin jeopolitiğinde ayrı düşünemiyorsak, HÜDA PAR’ı da ayrı düşünmemiz, ayrı bir yerde, Türkiye’nin kendi iç dinamikleri içerisinde, çevresinden soyutlayarak düşünmemiz mümkün değil. Bunu bugün düşünemeyiz, aslında 30 yıl önce de düşünemezdik.  Çünkü PKK’nın o dönemde Hizbül-Kontra dediği, yani Hizbullah’la devlet arasındaki gizli işbirliğine atfen böyle bir yakıştırma yaptığı o Hizbullah, aslında kendi içinde İlim ve Menzil olarak iki ayrı fraksiyona ayrıldı. Bunu, konunun uzmanı olarak Ruşen çok iyi bilir, yanlışım varsa düzeltsin. Bu iki fraksiyon bölünmesinden İlimciler, “Hizbül-Kontra” nitelemesini belki bir noktada hak ediyordu. İlim fraksiyonu İran’ın uzantısıydı. İlim grubu tarafından Menzil grubuna yönelik çok kanlı bir tasfiye hareketi yaşandı ve bu, gizli bir şekilde sürdürüldü. Hizbullah PKK yanlılarını öldürürken, genellikle satır ve Rus yapımı bir tabanca kullanırdı. Burada insanlar öncelikle gizli hapishânelerde uzun süre tutulup işkence gördükten sonra, boğularak evlerin bodrumlarına gömüldüler. Domuz bağı hâdisesi 100’den fazla insanın bu şekilde öldürülmesiyle tasfiye edilen Menzil grubuydu.
Bugünkü Hizbullah, o Menzil grubunu tasfiye eden İlim grubunun devâmıdır. Hizbullah arasındaki iç tasfiyenin, aslında bir Ankara-Tahran çatışması olduğunun da altını çizmek lâzım. Bu hâdise tek başına ve sâdece, sözde devlet aklıyla bugünkü Hizbullah’ın bir işbirliği gibi gösterilemez diye düşünüyorum.

Ruşen Çakır: CHP konusunda bir şey söylemiyor musun?
Kadri Gürsel: Söyleyeceğim, ama söylediklerime teknik düzeyde bir îtirazın yok herhalde. O zaman devam edeyim. Cumhuriyet Halk Partisi’ni tartışmak hakîkaten bir suç hâline getirildi. Bunu zâten sabah akşam yapan birtakım sahte ana akım kanallar var; ana akım görüntüsü veren, kendisini böyle göstermek isteyen, iktidârın medya elemanlarını bir tarafa oturtup, karşısına da birtakım sözde muhâlifler veya gözden düşmüş CHP’lileri oturtup, onlara CHP tartıştıran kanallar var. CHP tartışması ne işe yarıyor? Eğer cumhurbaşkanı adayı seçilirse, ülkeyi yönetmeye namzet olan partinin aslında içinin kaynadığı, bunların ülkeyi yönetemeyeceği, bunların çözülmesi imkânsız bir sorunlar yumağını devletin içine taşıyacağı ve devlet içinde bu hesaplaşmalarını sürdürecekleri yönünde, özellikle kararsızlar üzerinde bir güvensizlik etkisi yaratılmaya çalışılıyor. Bir de tabiî otoriter rejim kendi siyâsî kültürünü yarattı ve bunu her yere bulaştırdı. Meselâ Cumhur İttifâkı’nın tabanı herhalde partilerin emir-komuta zinciri içinde tâlîmatla, hiçbir tartışma olmaksızın tek adam tarafından yönetilmesine alışkındır. Onlar parti içi demokrasiye pek alışkın değiller. Dolayısıyla CHP içinde parti içi demokrasi vardır; ama diğer taraftan hizipleşme eğilimleri de vardır, yok değil. Ama sosyal-demokrat partilerde kanatlar olur, bunlar “hizip” olarak algılanır. Bunlar doğal şeyler.
Bizi Cumhuriyet Halk Partisi’ni tartışmaktan alıkoymayacak olan bir husus var. Bu büyük bir ikilem. Cumhuriyet Halk Partisi bu ikilemi çözmediği müddetçe, biz CHP’yi bu açıdan tartışmaya devam edeceğiz. O da şu: Cumhuriyet Halk Partisi’nin Genel Başkanı Özgür Özel’dir. Kendisine teknik direktörlük vasfını yakıştırıyor bir benzetme olarak. İmamoğlu da Özgür Özel’in doğal penaltıcısıdır. Yani ona göre öyle. Bu mantıkla, o şekilde devam ediyor. Diyor ki: “Penaltıyı kimin atacağına teknik direktör karar verir”. Hayır, teknik direktör karar vermeyecek, o zâten doğal penaltıcısıdır. İmamoğlu penaltıyı atamazsa, iktidar ona kırmızı kart gösterirse, o zaman konu Mansur Yavaş’a mı dönecek? Olay bu kadar basittir. Ben Mansur Yavaş ve İmamoğlu arasında bir rekabet olduğu kanaatinde değilim. Tam tersine, Mansur Yavaş da kendisine güç atfediyor, kendisinde bir potansiyel görüyor. “Ben bundan niye vazgeçeyim?” diye düşünüyor. Tabiî ki üst üste böyle %50’ler, 60’larla seçim kazanan, kamuoyu yoklamalarında da birinci çıkan biri olarak, elbette ki kendisi de bu mânâda kariyerinin sonlanmasından önce şansını denemek ister.
Ama burada esas konu, İmamoğlu’na siyâset yasağı getirilmesi husûsunun tartışılması. Asıl rahatsızlık veren şey o. Nasıl tartışmayalım ki bunu? Bir sürü meslektaşımız kulis haberciliği yapıyor. “İki kişi tamam, bir kişiyi daha iknâ ettiler.” Yok efendim, “İstinaf’ta ‘Tamam’ çıktı. Fiilen çıktı” gibi garip bir ifâde. Ben böyle bir şey duymadım. “Aslında yasak fiilen çıktı, yani fiilen bu kararlaştırıldı ama kâğıda dökülmedi, açıklanmadı” anlamında bir şeyler söyleniyor. Şu anda böyle bir ortamdayız. Buna bîgâne kalmak mümkün değil; bunu tartışmak zorundayız. Peki, niye bu oluyor o zaman? Neden bunu yapıyorlar? Buna bakmak lâzım.
İmamoğlu’na bu kadar absürt, bu kadar hukuksuz, bu kadar haksız, aslında bir sivil darbe niteliğindeki siyâset yasağı getirildiği takdirde, bunun böyle iki yıl sonra değil, belki önümüzdeki kısa vâdede getirilmesi ve sonra bunun soğumaya bırakılması ve bu arada zâten Mansur Yavaş alternatifi de hemen onun yerine alacağı için, Mansur Yavaş’ın da Erdoğan karşısında bir seçimi açık farkla kazanacağını söyleyen anketler bol miktarda ortalıkta dolaştığı için, bu da CHP tabanını yatıştıracaktır. “Sonra 1-1,5 yıl içinde bizim tuhaf anti-enflasyonist politikamız biraz sonuç verir, enflasyonu biraz düşürürüz. Biraz da para musluklarını açarız. Eğer enflasyonu biraz düşürebilirsek, önden böyle bir avans alacağımız için, o avansı kullanırız.  Kredileri ucuzlatırız, piyasayı biraz paraya boğarız ve bu seçimi alırız. Bu arada Mansur Yavaş’ı da zâten yeriz” diye, benim böyle çok basitleştirdiğim oyun planı, pekâlâ iktidârın aklında olabilir. Aklında değilse zâten, eğer böyle bir adım gelmeyecekse, bu kulis bilgileri CHP medyasına, CHP gazetecilerine verilmez. “CHP medyası” diyorum artık, ne diyeyim? Bu kulis bilgileri o gazetecilere veriliyor. O gazetecilerle CHP kamuoyunu, izleyicileri, kulis haberciliği adı altında buna hazırlamış oluyorlar. Bu kaçınılmaz bir şey; onları da suçlamıyorum, kesinlikle kimse alınmasın sözlerimden. Yani kimseyi suçlayacak değilim. Böyle bir “kulis bilgisi” adı altında –nefret ediyorum bu ifâdeden– geldiği zaman bu da veriliyor. Bu, manipülasyon olabilir, psikolojik operasyon parçası olabilir. Gazeteci buna âlet olmadığını hissediyorsa, vicdânı da varsa, o da onun bileceği iştir.

Ruşen Çakır: Evet Kemal Bey, sizin bu haftaki CHP görüşlerinizi alalım.
Kemal Can: Sen de CHP ile ilgili yayınını yaptın, biz de her hafta mecbur kalıyoruz ama, “Biz de aynı şeyin parçası mı oluyoruz? Niye bu kadar çok CHP konuşuluyor?” diye tereddütler de geçiriyoruz. Ama işin şöyle bir tarafı var: Normal şartlarda, siyâsî iletişim açısından baktığımızda, gündemde daha çok yer tutmak, hakkında daha fazla konuşulması, pozitif bir sonuç da doğurabilir aslında. Tâbir yerindeyse, “Meyve veren ağaç taşlanır” metaforuna uygun bir şey. 2024 yerel seçiminden bu yana, CHP’nin daha fazla konuşuluyor olmasıyla, o seçimden birinci parti olarak çıkmış olmasıyla ve iddia edildiği gibi 2023 seçimlerinin kendi tabanı ve seçmeni açısından kalıcı bir umutsuzluk ve vazgeçme anlamına gelmediğinin görünmesiyle bir ilgisi var. Çok konuşuluyor olmak, bu negatif anlamda konuşuluyor bile olsa, ille de kötü bir şey değildir. Çünkü hatırlarsanız, çeşitli zamanlarda, meselâ Erdoğan’ın bizzat hedefe koyduğu isimlerin –ki İmamoğlu da bunlardan biriydi– ondan doğrudan bahsetmeye başlamasının, aslında onun önünün açılmaya başladığı, onun dikkat çekmeye başladığı için olduğu yorumları da çok sık yapılır. Bir şeyden bahsediliyor olması, ona saldırılıyor olsa bile, ille de kötü bir şey değildir.
Fakat CHP’de yaşanan problem ya da kendisinden çok bahsettirmesinin, gündemde çok yer tutmasının kontrolünün elinde olmaması… Kadri’nin söylediği gibi, CHP kaynaklı birtakım kulisler de söz konusu. Çünkü oradaki aktörlerin, kendileri için, yani genel olarak muhâlefetin ilerleyişi ya da CHP’nin toplam katkısından çok, tek tek adayların birbiriyle rekabetiyle ilgili bir kulis akışı var. Ama CHP hakkında konuşmanın kontrolünün CHP’de olmaması ya da bütün kontrolün onda olmasa bile en azından bunun önemli bir kısmının CHP'den gelen bilgilerle ya da onun yönlendirmesiyle oluşmaması... Problem bu. Birinci olan ve iddia ettiği gibi iktidâra yürümekte olan ve iktidârın da buna karşı stratejiler geliştirmeye çalıştığı bir aktörün, kamuoyunda konuşulmasının içindeki parçaları ve başlıkları daha fazla etkiliyor olması gerekir. Ama öyle yaşanmıyor. Bir hafta önceki yayınımızda https://medyascope.tv/2024/09/13/rusen-cakir-kemal-can-ve-kadri-gursel-ile-haftaya-bakis-231-imamoglu-yavas-rekabeti-narin-guran-cinayetinde-tutuklamalar-genc-tegmenler-krizi-suruyor/ yine CHP başlığı içerisinde konuştuğumuz rekabet meselesi ve biraz önce Kadri’nin söylediği gibi çokseslilik ya da kanatların bulunması veya farklı ekollerin birbirini geliştiren ya da birbirini eleştiren tutumlar içinde olması, bir sosyal-demokrat parti için dezavantaj değildir, hattâ bu avantajlı tarafıdır. Ama buradaki problem, içeriğin bu olmaması. İmamoğlu’nun Kurultay’da söylediği, “Biz sürekli problemleri görünür kılan ya da problemleri taşıyan ya da insanlara zâten bildikleri problemleri tekrar eder bir pozisyondan çıkıp, kendi önerilerimizle, kendi pozisyonumuzla, kendi çözümlerimizle onların karşısında olmalıyız” kısmında, yani özet olarak politika üretme kısmında, bu gündemin çok az bir yerinde CHP’nin etkisinin olması. Burada bir tıkanma yaşanıyor, problem bu. Bu da siyâsetin şahsîleşmesi meselesindeki iktidar kontrolünden kaynaklanıyor.
Türkiye’nin, partiler veya genel çizgiler ya da yaklaşımlar ya da temel politik tercihler gündemi yok. Aslında problemler gündemi de yok. “Gerçek gündemi konuşalım, ekonomiyi konuşalım. İşte asıl mesele bu” dendiğinde konuşulan içerik, o problemin kendisiyle ilgili bir içerik değil. O gündemin yarattığı sorunların görünürlüğüyle ilgili bir gündemden bahsediliyor. Ama gündem kurmak bu değil. Gündem kurmak, o problemin neden-sonuç ilişkisi üzerinden yeni bir tartışma açabilmekle ilgili bir şey. İşte bu eksik olunan kısım, CHP’de tek tek aktörlerin de eksik olduğu kısım bu. Aktörlerin avantajları diye ileri sürdükleri şeyler ya da iddia ettikleri çözüm önerileri ya da başka şeyler değil. Çeşitli kesimler üzerinde diğerlerine göre daha fazla etkileri olabileceğini, kendi mensup oldukları partinin dışındaki seçmen üzerinde bir nüfuzlarının olabileceği iddiasına dayandırıyorlar. Bu dayanak da büyük ölçüde, yine iktidârın belirlediği birtakım mevcut sınırlar ya da siyâsetin çerçevelenmiş ve daha çok muhâfazakâr, milliyetçi gibi kimlik alanında tanımlanmış bloklardan bahsediliyor. Ama bu blokların ortak ve sâdece bu blok kimliğinden kaynaklanan siyâsî tercihlerle davranmadığı, özellikle son 2024 seçiminde görüldü. Dolayısıyla hâlâ bu ezberler üzerinden kurulan stratejiler yerine, bunun değişebileceği üzerinden yeni stratejiler inşâ edilmesi, belki CHP’yi daha fazla konuşulan ama daha içerikli ve bir yere varabilecek bir gündemin içine yerleştiren bir süreci başlatabilir. Bence problem bu.

Ruşen Çakır: Ekrem İmamoğlu’nun “Parti içi meseleleri konuşmak Atatürk’e hakarettir” gibi bir lâfı vardı biliyorsunuz. Dün “Herkes yatıp kalkıp CHP konuşuyor” başlığıyla yaptığım yayında, ben de bu sözü aktardım ve “Bunun Atatürk’le ne alâkası var anlayamadım?” diye bir cümle kurdum. Şimdi bakıyorum, iktidar yanlısı birtakım insanlar ve içlerinde bir tânesi Pelikancıların tetikçi sitesi –bana az saldırmamıştı zamânında–, şimdi gelmiş bunu kullanıyor. Ağzımızı açamıyoruz. Ağzımızı açıp bir şey söylediğimiz zaman, hemen birileri alıp o söylediğini kullanıyor. Onun için belki de hiç konuşmamak daha iyi diyelim. Artık bol bol Lübnan konuşuruz. Zâten önümüzdeki hafta orada olaylar bayağı tırmanacağa benziyor. Bu arada konuyla çok alâkasız ama, İsmail Saymaz’ın Beyşehir Müftüsü haberini gördünüz mü? Müftü arabada bir kadınla yakalanıyor. En son gelişme, Konya Müftüsü Beyşehir Müftüsü’ne ilçeyi terk etme tâlîmâtı vermiş. “Persona Non Grata” îlân edilmiş. Böyle bir sürü olay var. Aslında bunları konuşmak daha ilginç olabilir.
Kemal Can: Yani sen magazin programı yapalım istiyorsun.

Ruşen Çakır: Ama lütfen Kemal Bey, bunlar çok ciddî meseleler.
Kadri Gürsel: CHP’yi konuşmak yerine bunları konuşalım.

Ruşen Çakır: Ama Beyşehir halkı müftüden hizmet beklerken, müftü arabada… Ama ertesi gün karakola eşini de getirmiş, “Arabadaki eşim” diye. Kadın da, “Evet, o bendim” demiş — ki herhalde doğru değildi. Neyse biraz konuyu değiştirmiş olduk. Hep çok ciddî şeyler konuşuyoruz. Bir dahaki hafta sizden de böyle şeyler bekliyorum.
Kemal Can: Tamam, peki çalışalım.
Kadri Gürsel: Ama şimdi konuyu Kemal’den istesek, konu yine çok ciddî bir kıvama bürünür ve Kemal uzun uzun cümlelerle Beyşehir Müftüsü’nün davranışını bize anlatmaya başlar. O zaman sen yine pişman olursun bence.

Ruşen Çakır: O zaman tamam, şimdiden pişman oldum. Hadi bitirelim programı. Kemal Can, Kadri Gürsel çok teşekkürler. İzleyicilerimize de teşekkürler, iyi günler. 



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
13.10.2024 “Ben senin, beni sevebilme ihtimalini sevdim!”
06.10.2024 Özgür Özel üzerine bazı gözlemler ve notlar: Pirinç/bulgur paradoksu
02.10.2024 Transatlantik: İsrail İran’a cevap verir mi? Lübnan’da Hizbullah’ın geleceği – Walz-Vance münâzarası
29.09.2024 Bir yok edici melek olarak Erdoğan
27.09.2024 Özgür Özel, New York Türkevi hakkındaki rüşvet iddialarını niçin yalanlamış olabilir?
26.09.2024 Bir mozaik olarak Türkiye (10) - Serkan Baysak ile Türkiye'de Romanlar
25.09.2024 Transatlantik: İsrail Lübnan’da ne planlıyor? S-400 sorunu çözülüyor mu? Erdoğan’ın Kıbrıs çıkışı
23.09.2024 Ruşen Çakır’la Hafta Başı (3): Narin Güran cinayetinde yaşananlar - Esad ve Erdoğan görüşecek mi? - Gelecek ve DEVA birleşiyor mu?
22.09.2024 Erdoğan ile Esad buluşmasını beklerken
20.09.2024 Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel ile “Haftaya Bakış” (232): 4. madde tartışmaları - İsrail-Hizbullah savaşı - CHP içi tartışmalar
13.10.2024 “Ben senin, beni sevebilme ihtimalini sevdim!”
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı