Muhâlefet koordinasyon sorununu nasıl aşabilir? Prof. Dr. Evren Balta ile söyleşi

16.01.2023 medyascope.tv

16 Ocak 2023’te medyascope.tv'de yaptığımız söyleşiyi yayına Tania Taşçıoğlu Baykal hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Özyeğin Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı Prof. Evren Balta stüdyo konuğumuz. Kendisiyle muhâlefetin koordinasyon sorununu konuşacağız. Hoş geldin Evren.
Evren Balta: Merhaba, hoş bulduk.

Ruşen Çakır: 10 Ocak’ta attığın bir dizi tweet’te, muhâlefetin koordinasyon sorunundan bahsettin. Ben de hemen seni ilk fırsatta buraya getirdim. Çok önemli şeyler söylüyorsun. Ama sen muhâlefet derken sâdece Altılı Masa’yı değil, HDP’yi de katarak daha geniş bir koordinasyondan bahsediyorsun. Aslında tartışılan birçok konunun teorik temelini oluşturmuş durumda. Önce girizgâh olarak “Nedir?”den başlayalım. Koordinasyon sorunu derken tam olarak neyi kastediyorsun?
Evren Balta: Muhâlefetin seçimleri kazanmak ve seçimlerden sonra yönetmek açısından işbirliği yapmasını kastediyorum. Yani hem söylemini, hem pratiğini, hem stratejisini, adayını ve bütün bunları ortaklaştırması ve bu paketle birlikte seçmene gitmesinden bahsediyorum. Bunun tam uyum içerisinde olması gerekmiyor; içerisinde rekabet olabilir, farklılıklar, farklı ittifaklar olabilir, ama yine de bu konuda seçim kazanmaya yönelik uyumun söz konusu olmasından bahsediyorum aslında.

Ruşen Çakır: Ama sonrasını da.
Evren Balta: Evet, sonrasını da. Zâten o tweet dizisinde de yazdığım temel sorunlardan birisi, hem de diğer otoriter rejimlerden çıkış seçimlerine bakan analizlerin söylediği şeylerden birisi, kazanma olasılığı yükseldikçe, özellikle bu tarz uzun süren otoriter rejimlerden çıkış konusunda muhâlefetin kazanma olasılığı yükseldikçe, bir yürütme, yönetme sorunu da meydana geliyor. Bu da koordinasyonu zorlaştırıyor. Yani kazanma olasılığının daha az olduğu durumlarda koordinasyon daha kolay. Ama o olasılık, “Farklı güç paylaşımı nasıl olacak? Kim yönetecek? Sandalye koltuk paylaşımı nasıl olacak?” gibi pek çok soruyu da barındırıyor içinde. Örneğin Altılı Masa sık sık konuşuyor, gündemimize geliyor bu bakanlık paylaşımları, cumhurbaşkanlığının yetkisinin nasıl paylaşılacağı, milletvekilliklerinin nasıl paylaşılacağı konuları. Tabiî sâdece bu değil, onun yanı sıra, “Hangi kararlarda ortaklaşılacak? Hangi kararlar yönetici partinin ya da cumhurbaşkanının yetkisinde?” gibi büyük ve geniş çaplı bir yönetme sorunu meydana geliyor. Dolayısıyla bu sorun da aslında o koordinasyonun imkânlarını daraltıyor.

Ruşen Çakır: Bir de burada çok önemli bir husus var: İktidârın, bu ittifâkı bölmek ve muhâlefetin yan yana durmasını engellemek için, hem içlerindeki bağları kopartmak hem de her partinin içerisinde ayrı ayrı birtakım sorunlar çıkartmak üzere, medya ve sosyal medya aracılığıyla yarattığı muazzam bir saldırı da var.
Evren Balta: Evet, tam da öyle bir şey aslında. İktidârın, koordinasyonu engelleme, yani muhâlefetin kendi içerisinde koordine olma, stratejisini ortak belirleme girişimlerini engellemesi de çok boyutlu — zâten yeni de değil. Çok boyutlu derken, iktidârın muhâlefet içindeki meselâ seküler-dindar bölünmesi, etnik bölünme, milliyetçilik gibi farklı bölünmeleri kışkırtacak birtakım siyâsî hareketler yapması. Veya başörtüsü, âilenin korunması meselesinin yasa tasarısına girmesinden tutun da, HDP’nin kapatılmasına veya Altılı Masa’nın HDP ile kurduğu ilişkiye kadar, içerideki o zâten gerçek olan bölünmeyi bir biçimde alevlendirecek birtakım girişimlerde bulunması — bir tânesi bu. Bir diğeri de bunu yargı yoluyla da yapması. Yine HDP’nin kapatılma dâvâsı veya İmamoğlu dâvâsının örneğini vereyim — burada olduğu gibi, mümkün bir adayın önünü kesmek gibi. Siz de söylediniz, buna medyanın kullanımını, seçmene bilginin eşitsiz ve asimetrik olarak aktarılmasını, sansür yasasını ekleyebilirsiniz. Bu zâten her zaman iktidârın son derece avantajlı olduğu, kontrol ettiği alanlardan birisiydi. O alan biraz değişmiş olsa da, yine hâlâ benzer bir simetrik kaynak erişimi söz konusu. Yani o kadar çok boyutlu bir yeniden dizayn girişiminden bahsediyoruz.  Bu da, muhâlefetin koordinasyonunu doğrudan etkiliyor, stratejilerini doğrudan belirliyor. Bundan çıkmanın nasıl mümkün olduğunu konuşabiliriz. Bütün bu tek tek hareketlerin ne olduğunu ve en kötüsünü tahmin edip, kendini onun en kötüsü karşısında ne yapacağına hazırlaması gerekiyor. Dışarıdan bakıldığında, bu da çok yapılmıyor gibi görünüyor.

Ruşen Çakır: Altılı Masa şu âna kadar 10 toplantı yaptı. İlk önce 28 Şubat’ta, Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem konusuyla bir çıkış yaptılar, biliyorsun. 11. toplantı da bu ayın 26’sında İYİ Parti ev sâhipliğinde yapılacak. O toplantılara ve toplantıların ardından yapılan yazılı açıklamalara baktığında –zâten sözlü açıklama yapmıyorlar biliyorsun–, o toplantıların gidişâty bu koordinasyon meselesinde bize bir sorun olduğunu düşündürtüyor, değil mi?
Evren Balta: Evet. Bir kere zaman açısından bir sorun olduğu olduğunu düşündürüyor. Bence önemli şeylerden birisi, oyunun kurallarını koyma ve bilme açısından, yine iktidar partileri daha avantajlı. Çünkü seçimin ne zaman olacağını biliyorlar. Muhâlefet seçimin ne zaman olacağını bilmiyor ve bence bilerek bu konuda bir kafa karışıklığı yaratılıyor. Seçim Haziran’da mı olacak? Mayıs’ta mı olacak? Nisan’da mı olacak? Dolayısıyla, eğer seçim Haziran’da olacaksa başka bir şekilde hazırlanırsınız; Nisan’da olacaksa daha az zamânınız vardır, başka bir şekilde hazırlanırsınız. Bütün bunlara dâir olan belirsizlik ve o yavaşlık –yani zaman sorunu dediğim–, meselâ kendini en kötüye hazırlayarak, seçim en erken zamanda olacakmış gibi hazırlanmak lâzım. Diyelim seçim Nisan’da olacak. Seçime 3 ay kalmışken, hâlâ bu kadar çok ayrıntının içerisinde kaybolmak, seçmenin kafasını temelde karıştıran şeylerden birisi. Şu aşamaya kadar muhâlefetin temel stratejisinin ne olduğunun, bu ittifâkın ne anlama geldiğini söylenmesi lâzımdı. Ama ben metinlere baktığımda da görüyorum ki birtakım hedefler var tabiî, ama o hedeflerle tek tek siyâsal partilerin açıklamaları arasında da bâzen bir uyum yok. Ya da o hedefler o kadar ayrıntılı ki bâzen o ayrıntıların içerisinde ne olacağını dâir bir muğlaklık var.
Ben hep şöyle düşünüyorum: Sizin ne yaptığınızı ya da ne yapamadığınızı anlayan bir seçmen var. Bunu bâzen bilgiyle anlıyor, bazen duygusuyla anlıyor. Geçen gün Seda Demiralp’le yaptığınız yayında https://medyascope.tv/2023/01/12/muhalefet-secimleri-nasil-kazanabilir-ya-da-neden-kaybeder-rusen-cakir-doc-dr-seda-demiralp-tartisiyor/ da bunu konuşmuştunuz. Sanıyorum oradaki temel duygu o muğlaklık hissi, yani “Burası ne yapıyor? Gerçekten nereye gidiyor?” hissinin seçmende giderek güçlenmesi ve bu duygunun da bir umut eksikliğine yol açmaya başlamış olması. Bence meselâ kazanılabileceğine dâir umut ediyor olmak, koordinasyonun herhalde en temel görünmeyen duygularından birisi.

Ruşen Çakır: Şöyle bir şey hatırlıyorum: Bundan 3 ay kadar önce, Kılıçdaroğlu’nun ve Akşener’in ayrı ayrı esnaf ziyâretleri yaptığı yerlere gittim onlarla. Daha çok batı bölgelerindeki yerlerdi. İkisiyle de ayrı ayrı çay içip, sohbet etme imkânım oldu. “Sizler ne anlatıyorsunuz? İnsanlar sizden heyecan bekliyor” minvâlinde bir şeyler söyleyince, “İşte, Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem dedik ya? Siz niye bunlara gazeteci olarak daha fazla değinmiyorsunuz?” dediler. İkisiyle de ayrı ayrı yerde benzer muhabbet oldu. Açıkçası Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem meselesi bir gazeteci olarak beni de çok heyecanlandırmıyor. Önümüzdeki seçim parlamenter sistemin oylanacağı bir seçim değil. Önümüzde bir cumhurbaşkanlığı seçimi var. Onun dışında bir aday da çıkmadı. İnsanlar sanki motive olmak, heyecan duymak, harekete geçmek istiyor. Şu anda beklemek dışında insanların elinde ne var?
Evren Balta: Çok fazla bir şey yok sanırım. Belki bundan 6 ay kadar önce gözlemlediğim, o “umut etme” hissinin azalması söz konusu. Hem de büyük oranda, aslında birbiriyle uyumlu olmayan, kavga eder gibi gözüken ve çatışmacı bir muhâlefeti seyrettiklerini düşünüyorum. İnsanlar büyük oranda ilgisini de kaybetmiş durumda. Dolayısıyla beklemek dışında çok bir şey kalmadı. Aslında Altılı Masa’nın siyâsal stratejisi bence irâdî olarak toplumu biraz siyâsetsizleştirmek ve onları beklemeye itmek oldu. Dediler ki: “Siz karışmayın. Aday belirlemeye toplum değil partiler karar verecek. Biz aramızda hallediyoruz”. O toplumsal heyecânı içeri dâhil etmemek yönünde bir seçim yaptılar ve bu yaklaşım, genel olarak Türkiye seçmenini ve muhâlefet seçmenini büyük oranda siyâsetsizleştirdi.

Ruşen Çakır: Tam tersinin olması gerekmiyor mu?
Evren Balta: Tam tersinin olması gerekiyor. Şunu da söylemek lâzım: Otoriter sistemlerden çıkışta ya da sağ popülist siyâsal sistemlerin seçimle dönüşümünde, sağ popülist siyâsetçilerin sokağı hareketlendirdiğini gördük. Bolsonaro’da ve Trump’ta gördük bunu. Ciddî bir sokak desteğiyle birlikte, iktidar arzusunu yeniden ifâde ettiklerini, seçimi kaybettiklerinde de yeniden ifâde ettiklerini gördük. Bunun büyük oranda bu sağ popülist siyâsetçilerin yönetim menüsüne dâhil olduğunu da gördük. Dolayısıyla muhâlefetin toplumu siyâsetsizleştirmesi, büyük oranda iktidar partilerinin siyâset yapma alanını da açıyor. Hem bugün için açıyor hem de bundan sonraki dönem için de açıyor. O açıdan, bence yeniden bir siyâsal çağrı ve heyecan gerekiyor. Bahsettiğim şey illâ bir toplumsal hareketlilik değil. Bir canlılık, birlikte konuşmak, birlikte yapma arzusunun en önde gelen şeylerden birisi hâline gelmesinden bahsediyorum; o arzunun sürekli tekrar edilmesinden. Mümkün olan her alanda konuşmanın, diyalogun, geri bildirimin ve benzer pek çok yöntemin dâhil edilebilmesinden bahsediyorum. Çünkü gerçekten olağan koşullarda değiliz… Çünkü tam rekabet durumunda gitmiyoruz seçime.

Ruşen Çakır: Meselâ İmamoğlu olayı müthiş bir fırsattı. Bu fırsatı Meral Akşener iyi değerlendirdi. Ama kendi partisi sanki değerlendirmedi ya da değerlendirmek istemedi. Sen bunu nasıl okudun?
Enver Balta: Bundan sizin bahsettiğiniz tweet dizisinde de bahsetmiştim aslında. İmamoğlu’nun adaylığını ya da İmamoğlu olayını belki iki açıdan düşünmek ve konuşmak lâzım. Ben burada, “Bu iyi lider, bu karizmatik lider, bu birleştirici lider, bu kazanabilir lider” demeyeceğim; bu açılardan da tartışılabilir, ama o açılardan çok konuşulduğunu düşünüyorum. Bu tarz koordinasyon durumlarında önemli olan, veto aktörlerinin kimler olduğu. Meselâ bir aday çıkaracaksınız; o adaya yönelik veto aktörleri kimler? Şimdi hepimiz biliyoruz ki 3 temel veto aktörü var: Bir tânesi CHP, bir tânesi İYİ Parti, bir tânesi de HDP. Yani bu üçünün istediği adayın olması gerekiyor. Çünkü her üçü de kendi seçmenini harekete geçirecek, her üçü de kendi tabanına dönüp bir açıklama yapacak ve o uzlaşmayı sağlayacak. Bu uzlaşma masada birlikte oturmak anlamına gelmiyor. Bu uzlaşma, her üçünün de bir biçimde “Tamam, olabilir” diyebileceği bir aday anlamına geliyor. Bence İmamoğlu’nun önemi, bu üç aktörün de veto etmediği bir aday olmasıydı. Siz de biliyorsunuz, burada sıkça konuşuyorsunuz, diğer bütün adaylar bir biçimde –örtük ya da açık– veto ediliyor. Veto ettiğiniz zaman o süreç tıkanıyor. Herhangi bir aktör veto ederse tıkanıyor. Dolayısıyla, o üç aktörün birleştiği bir aday, siyâsal sistemin tıkanıklığının önünü açabilirdi. Çünkü veto aktörlerini geriye atmış oluyordu. Sebeplerden biri bu.
İkincisi, sâdece Türkiye’deki seçimler için değil, dünyadaki bütün seçimler büyük oranda önce siyâsal partinin içinde yapılır. Yani bu seçimleri toplumla yapmadan önce kendi içinde yaparsın. Siyasetbiliminde bizim çok kullandığımız şeylerden birisidir bu. Bütün siyâsal partiler koltuk için oradadır. Yeniden seçim kazanmak ve kendi örgütlerine mümkün olan en geniş alanı sağlamak için varlardır. Bu, siyâsal partilerin tek işlevleri değil tabiî ki; ama önemli işlevlerinden birisi. Dolayısıyla herkesin gördüğünü burada açıklıkla söylemek lâzım. CHP içerisinde, hem Kemal Kılıçdaroğlu sonrası CHP yönetimi, hem eğer bu seçim kazanılırsa –bunu söylediğimde başta söylediğim kazanma olasılığının koordinasyonu güçleştirmesi durumuna dönüyoruz– “Kim yönetecek, kimin grubu yönetecek, kiminle birlikte yönetecek?” sorusuna CHP içerisinde tam bir yanıt bulunamamasıyla ya da ona dâir bir rekabet olmasıyla ilişkili olduğunu düşünüyorum. CHP’nin diğer partilerden farkı ya da iktidar partilerinden çok açık farkı, bu tarz bir rekabetin mümkün olduğu bir parti olması. Aslında bu, AK Parti’den ya da MHP’den daha demokratik olduğunu gösteriyor. Yani orada, “Ben yönetiyorum ve benim dediğim olacak” diye bir şey yok. Orada bir rekabet var. O rekabetin kendisi de, süreci sistemik olarak tıkayan şeylerden birisi oldu. O açıdan da İmamoğlu karârı sonrasındaki gelişmeleri, birinin yapması yapamaması, becermesi becerememesi olarak değil, biraz bu sistemsel gerilimin yansıması olarak gördüm

Ruşen Çakır:
İktidar kavgası gibi.
Evren Balta: Öyle de denebilir.

Ruşen Çakır:
Bu arada ben “sen” diye hitap ediyorum sana, sen “siz” diyorsun, izleyiciler de bana çok kızıyor o zaman.
Evren Balta: Diyebilirsiniz.

Ruşen Çakır:
Neyse. HDP’den veto aktörlerinden biri olarak bahsettin, ama meselâ İYİ Parti, HDP ile yan yana görünmeyi bile asla kabul etmiyor. Ama HDP’nin desteği olmadan Altılı Masa’nın adayının kazanamayacağı gibi olay var. Galiba bu seçimin en altın sorusu bu.
Evren Balta: Kesinlikle. Kürt seçmenin genel olarak kime oy vereceği, HDP’li seçmenin kiminle nasıl davranacağı sorusu. Aslında Kürt seçmen üzerinden bakarsak, zâten hep kral kraliçe yapıcı en önemli veto aktörlerinden birisi hâline geldi. Çünkü aslında aşağı yukarı oy anlamında birbiriyle eşit olan iki bloktan söz ediyoruz. Bu iki blok, kendi içerisinde büyük oranda katılaşmış durumda. O katılaşmada aslında her iki blok da HDP ile aynı masaya oturmuyor ve HDP seçmeninin, Kürt seçmeninin nasıl davranacağı kritik. Onlar nereye doğru giderse aslında sonucu o belirleyecek.
Ama buradaki yapısal sistemik sorun şu: Her iki blokun içerisinde de milliyetçi partiler var. En başta da söylemiştim: Türkiye’nin merkez sağ ve merkez sol olarak siyâsal bölünmesi, çok uzun zamandır seküler-muhâfazakâr ve etnisite, milliyetçilik üzerinden hareket ediyor. Altılı Masa’nın içerisinde de, iktidar blokunun içerisinde de milliyetçi bir parti var. Ama öte yandan, bu iki blokun da bunu yapması gerekiyor. Yani bu partiler açısından o sorunu çözmek çok kolay bir şey değil. Çünkü aslında dönüp meselâ daha milliyetçi partilerin durumuna baktığınızda da, Türkiye’de hakîkaten çok yükselen bir milliyetçilik de var. Her partinin kendi seçmenini konsolide etmek gibi bir arzusu da var bu seçimde. Kürt meselesi konusunda bir asgarî müşterek bulunmadığı sürece, sistem bu seçimde değil hep tıkanmaya devam edecek. Bu herkes için bir zorunluluk. Ve bu, muhâlefetin en önemli meselelerinden birisi tabiî.

Ruşen Çakır:
Burada sanki bunu partilere değil de, adaya havâle etmek gibi bir yaklaşım var. Meselâ diyelim ki aday Kılıçdaroğlu ya da İmamoğlu olunca, ona havâle edip sonra, “Oy almak için nasıl olsa o herkesle görüşür” yaklaşımı. Koordinasyon sorununu çözer mi bu?
Evren Balta: Aslında çözebilir. Bence o daha stratejik bir tavır. Yani partilerin birlikte görüşmesinden daha ziyâde, “Ben herkesin oyuna tâlibim” tavrı. Aslında bu tâlip olma durumu, bundan sonraki bütün çoğunlukçu seçimler için geçerli olacak. Bunu zâten herkes yapacak. Aslında AK Parti HDP ile başörtüsü meselesinde görüşürken de benzer bir şey söyledi. O söylem zâten var ve dışarıda. Dolayısıyla, aday meselesi üzerinden bunu yaptığınız zaman, bu, siyâsal partilerin kendi seçmenini konsolide etme sorununu çözüyor kısmen. Bence o yapısal meseleden, o gerilimden; çünkü gerçekten seçmenin duygularını değil… Belki ondan da bahsetmem lâzım. Ben yakın zamanda KONDA ile birlikte negatif kimliklenme araştırmaları yaptım. O araştırmada, “Kesinlikle oy vermeyeceğiniz siyâsal parti hangisidir?” diye sormuştuk. Meselâ HDP'nin olduğu yerde, “HDP’ye oy vermeyeceğim” diyen %70’lik bir yüksek kategori vardı. Tam oranları hatırlamıyorum, bu değişiyor, 2019’dan sonra biraz düşüyor. Bir yandan da seçim kazanıp %50 almak istiyorsunuz. Dolayısıyla o gerilimi, kimsenin veto etmediği bir aday üzerinden çözmek mümkün bir koordinasyon mekanizması, Galiba şu anda olmayan da o zâten.

Ruşen Çakır: Öteden beri Altılı Masa’da var olan, ama çok açık şekilde dillendirilmeyen bir meseleyi, sağ olsun Ahmet Davutoğlu Hoca Türkiye’ye armağan etti. O da, az oy alması beklenen partilerin ittifaktaki gücü ne kadar olmalı meselesi. Sen, yazdığın o tweet dizisinde, “Muhâlif blokta yer alan yeni partilerin ne kadar seçmen desteğine sâhip olduklarını kamuoyu yoklamaları dışında ölçmemiz mümkün değil” diyorsun. Ama yine de bir fikir var. Ben bugün izleyicilerle ortak yaptığım bir yayında https://medyascope.tv/2023/01/16/rusen-cakirin-izleyicilerle-ortak-yayini-altili-masanin-ortak-adayi-kilicdaroglu-olur-mu-olursa-ne-olur/ da söyledim: Altılı Masa’daki 5 partinin oy oranlarını toplasan, CHP’nin oyu etmiyor — HDP’yi katmıyorum. 4 partinin oy oranı da İYİ Parti’nin oyu kadar etmiyor. Sonuçta CHP ve İYİ Parti olmasa, ikisinden birisi olmazsa o Masa’nın şansı pek yok. Ama orada da bir eşitlik, çoğulculuk gözetiliyor ve bu bir yerde gelip tıkanıyor. Ya da tabanda insanlar, “Bu kadarı da fazla” diyorlar.
Hele bir de milletvekili listeleri hazırlanırken verilecek kontenjanları düşünelim. Meselâ CHP’den, İYİ Parti’den, milletvekili olmayı hak ettiğini düşünen insanlar, diğer partilerden kendisinin üstünde kişiler olduğunu görüyor. Bunun çok ciddî bir ârıza çıkartma potansiyeli var. Bu, son günlerde biraz sıkça konuşuluyor. Nasıl bir koordinasyonla çözülebilir bu?
Evren Balta: Aslında bu da çözmesi zor sorunlardan birisi. Benim o tweet dizisinde söylediğim şeylerden birisi, o referandum paketi geldiğinde, “Parlamenter sistem neden kötüdür?” diye tartışılırken, “Koalisyonlar oluyor, ama koalisyonlar kötü” deniyordu. Fakat parlamenter sistemde koalisyon dediğin, herkesin gücü, oyu, oranı belli bir şekilde yaptığın bir şeydir. Yani birisi %3 almıştır, dengeyi ne kadar değiştireceğini bilir. Bir diğeri %5 almıştır, ne kadar dengeyi değiştireceğini bilir. Yine sâdece bu seçime âit değil ama başkanlık sistemlerinde koalisyon her zaman öncesinde yapılır. Fakat temel sorunlardan birisi, o koalisyonda ne kadar oy alındığını, ne kadar güce sâhip olunduğunu bilmiyoruz. Dolayısıyla o olasılık üzerinden o koalisyonu yapmak mümkün ve bu kötü bir şey değil. Hep öyle oluyor ve hep öyle olmaya devam edecek.
Fakat temel meselelerden birisi, bu seküler-muhâfazakâr kutuplaşması. Türkiye dünyanın en kutuplaşmış ülkelerinden birisi ve normal bir dönemden geçerek girmiyoruz bu sisteme. Herkesin hem bir geçiş arzusu var, hem de aynı zamanda o geçişin kendi istediği gibi şekillenmesi arzusu var. Ve o şekillenme sürecinde, “Peki neden biz eskiden iktidarla birlikte davranmış siyâsal partilere bu kadar alan açıyoruz?” sorusu da soruluyor ve bu sorulmaya devam edecek. Bunun ortadan kalkabilmesi için, aslında bunun hakîkaten bir seçim ittifâkı, bir geçiş ittifâkı ve bir onarım ittifâkı olduğunun öğrenilmesi lâzım.
Kişisel fikrimi sorarsanız, ben meselâ Türkiye’nin önünde duran şeyin, böyle gelecek 10 yıllık ayrıntılar değil, bir tahrîbat ve onarım dönemi olduğunu düşünüyorum. O tahrîbatı anlamak ve onu onarmak. Tahrîbatın ne kadar olduğunu bilmiyoruz. Görüyoruz belki, ama buzdağının görünen kısmını görüyoruz aslında. Seçmen bâzen siyâsetçiden daha gerçekçi. Bütün o söylenen şeylerin birlikte yapılamayacağını biliyor. Burada yapılması gereken temel şeyin gerçekten bir onarım duygusu olduğunu…

Ruşen Çakır: Ve bir anlamda da geçiş süreci olduğunu.
Evren Balta: Evet ve bu geçiş sürecinde mümkün olan en geniş koalisyonun iyi bir şey olduğunu; ama aynı zamanda, bunun yönetilebilir olduğunun hissinin verilmesi lâzım. Fakat sistemde veto aktörlerini artırırsanız, mesela bir cumhurbaşkanı, 5-6 tâne cumhurbaşkanı yardımcısı koyarsanız, bu, veto aktörlerini artırmak demektir. Biz siyâsetbiliminde veto aktörlerinin artmasının sistemi tıkadığını biliyoruz. Bu tarz geçiş dönemlerinde, ne kadar kritik ve ne kadar az konuda veto aktörü koyarsanız, o kadar daha kolay yaparsınız bunları.

Ruşen Çakır:
Baştan önünü kesiyor diyorsunuz yani.
Evren Balta: Evet. Değişimin önünü kesiyorsunuz aslında. Çünkü şimdi yaşadığımız uzlaşmazlıklarla –ki ortada henüz hiçbir şey yok, o uzlaşmazlıkların ne kadar katlanarak artabileceğini düşünün–, mümkün olan en az sayıda ve en kritik veto aktörü koymanız lâzım.

Ruşen Çakır:
Burada öyle bir şey oluyor ki, bir tarafta çoğulculuğun iyi bir şey olduğu, birbirinden farklı kesimlerin birlikte hareket ettiğini göstermesi açısından insanları heyecanlandırıyor. Ama aynı zamanda, bu çoğulculuğun, bu çokluğun birtakım işlerde sorun çıkartabileceğini de gösteriyor — ki şimdiden bu yaşanmaya başladı. Artıları ve eksileri var. O zaman burada aday çok belirleyici oluyor. Her ne kadar birçok insan, “İlkeler önemli, aday ikinci planda” diyorsa da, bence adayın performansı, adayın aktörlerle kurduğu ilişki, vatandaşlarla, iktidarla kurduğu ilişki ya da onlara verdiği cevaplar bayağı belirleyici olacak. Seçime de çok az bir süre var.
Evren Balta: Evet. Aday şu açıdan önemli: Bu kadar çok koordinasyon sorunu varken, hem partilerin birbirleriyle rekabeti, hem partilerin kendi içinde rekabet, hem seçmene yönelik mesajlarda karışıklık varken, aslında aday bütün bu sistemik sorunları çözen, bir araya getiren, aslında “Siz bana emânetsiniz. Süreç bana emânet” diyen bir aktör. Türkiye gerçekten son 20 yıldır siyâsetin böyle yapılmasına çok alıştı zâten. Aynı zamanda çok kurumsuzlaştı. Bizim kurumlarla çalışma, kurumları merkeze çekme yeteneğimizin geri gelmesi zaman alacak. Zâten önemli bir kısmı da yok.  Bu da bir gerçek. Ve o gerçeği görmeden, “Biz kurumlarla yöneteceğiz” demek biraz korkutucu. Sanki bir uçurumun dibindesiniz, biri size el uzatıyor, ama sizi çekerken yeniden düşürecekmiş gibi hissediyorsunuz. Ama o elin güvenilir olması lâzım. O elin güvenilir olması, biraz evvel söylediğim gibi, bağ kurabilen, “Bana emânetsiniz” diyebilen, o süreci toplayan bir aday. Evet, bu çok önemli. Bu sistemik sorunlar olmasaydı o kadar önemli değildi. Sistemin içerisinde bu kadar çok veto aktörü olmasaydı o kadar önemli değildi. Siyâsal rekabet, yeni partiler olmasaydı belki o kadar önemli değildi. Ama bu karmaşanın içerisinde maalesef çok önemli. Ama o da kendi içinde bir çıkmaza, yani “Aday kim olacak?” sorusuna dönüp takılıyor. Zâten herkesin veto etmediği ve içine sinen birisi olsaydı, şimdiye kadar muhtemelen…

Ruşen Çakır: Kılıçdaroğlu'nun yöntemi, Altılı Masa’daki çoğunluğu sağlamak — ki sağlamışa benziyor. Ama Meral Akşener’in bir vetosu var sanki. Ben Medyascope’un Hafta Sonu Yazıları’nda, son yazımda https://medyascope.tv/2023/01/15/rusen-cakir-yazdi-kilicdaroglunun-adayligina-hazir-misiniz/ da yazdım: Artık Kılıçdaroğlu’nun adaylığı kesin gibi, ama hâlâ Meral Akşener’i nasıl iknâ edeceğini bilemiyorum. Orada nasıl bir şey olacak? Meselâ “Biz kazanacağız ve hızlı bir şekilde parlamenter sisteme geçeceğiz. Ve sizin o başbakanlık iddianızı gösterebilmenizin zeminini hazırlayacağız” yaklaşımı işe yarayabilir mi? Burada tabiî ki Kılıçdaroğlu’nun kazanabileceğini net bir şekilde göstermesi lâzım.
Evren Balta: Evet, çok doğru. Daha ikincil olandan başlayayım: Belki birkaç sene içerisinde bir seçim takvimi olması –bunun bize söylenmesi gerekmiyor–, Altılı Masa kendi içerisinde şunları şunları düzeltip, siyâsal rekabet şartlarının ve olasılıklarının sağlandığı bir seçime yeniden gitmek ve Meral Akşener’in başbakan olabilme konusunu konuşabilirler. Ama bence tabiî ki en temel şeylerden birisi kazanabilme sorunu. Sanırım, İYİ Parti’nin vetosu da, Kemal Kılıçdaroğlu’nun kazanabileceğine tam olarak iknâ olmamasından; iknâ olmuş olsaydı çok daha kolay çözülebilirdi.
Burada liderlik özelliklerinden veya kişiliğinden bağımsız bir şeyden söz ediyorum. Kemal Kılıçdaroğlu’nun, partisinin içerisindeki gücüyle, genel olarak Türkiye’deki toplumsal yankısı arasında ürkütücü bir fark var.

Ruşen Çakır: İmamoğlu’nda da tam tersi.
Evren Balta: Evet. Bu fark neden ürkütücü? Bu tarz durumlarda, seçimlere giderken, iktidar ve muhâlefet arasındaki farkın birbirine yakın olması, %40-%41, %48-%50 olması, sonucu değiştirilebilir. Aranın açılması lâzım ki sonuç kalıcılaşabilsin. Seçim oyununu değiştirmekten, seçim güvenliğine kadar pek çok şey... Bir tânesi bu.
Bir de, İYİ Parti’nin veto konusundan bağımsız söyleyeceğim şeylerden birisi de şu: Kemal Kılıçdaroğlu, seçmenin zihninde bir ikilik içerisinde yer alıyor. Meselâ bugün gittiğim bir markette birisi bana öyle söyledi. Yani Erdoğan aklınıza geldiğinde Kemal Kılıçdaroğlu, Kemal Kılıçdaroğlu aklınıza geldiğinde Erdoğan aklınıza geliyor. Onlar, bu 20 yılın iki büyük figürü. Ve o iki büyük figür, oradan çıkma arzusu, birbirini besleyen o iki büyük figürden çıkma arzusu gibi. 

Ruşen Çakır: Bu söylediğin çok ilginç.
Evren Balta: Biz sosyal bilimde hep böyle ikili karşıtlıklarla düşünürüz. Erdoğan dediğinizde aklınıza Kılıçdaroğlu, Kılıçdaroğlu dediğinizde Erdoğan geliyor. Marketteki kasiyer çocuk bana, “Aklıma hep böyle geliyor” dediğinde, ben bu ikili karşılaştırmayı ona söylemedim. Muhâfazakâr bir market zincirinde, muhâfazakâr olduğunu düşündüğüm birisiydi. Onda da bir çıkma arzusu vardı, ama Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylığı ile birlikte, o çıkma arzusundan kendisini çıkaramıyor; bir tür ihânet etme duygusu hissediyor aslında. Başka birisi olsa çok daha kolay oraya doğru gidebilecek — bir tânesi bu. O duygusal şeyin hep o ikilik içerisinde düşünülmesi.
İkincisi de şu: Biz KONDA ile 2018’den beri negatif kimliklenme konusunda araştırma yapıyoruz. Bu, dünyada bir eğilim, sâdece Türkiye’de değil. O da şu demek: Seçmen artık hiçbir adaya karşı olumlu bir duygu hissetmiyor. Ya da çok az insana karşı olumlu duygu hissediyor. İmamoğlu’ndan da, Mansur Yavaş’tan da bahsettiğinizde, bir sürü insan çeşitli nedenlerle “Sevmiyorum onu” diyecektir. Bunun, yine büyük dönüşümlerle, sosyal medyayla, bir sürü şeyle ilgisi var. Bu tarz bir seçmen kimliği olur. Dünyadaki bütün seçimlerde, Bolsonaro’ya, Trump’a, Biden’a, Şili gibi örneklere baktığınızda, kazanan aday seçmenin genelde en az olumsuz duygu beslediği aday. Yeni dönem seçmene, “Kime oy vereceksiniz?” diye sormamanız lâzım. “Asla kime oy vermezsiniz?” diye sormanız lâzım. Biz sorduğumuzda, Türkiye’de en fazla “Kesinlikle oy vermem” denilen aday Kılıçdaroğlu. Ve oy oranı kendi partisinin üstünde. Yani “CHP’ye asla oy vermem” diyenler %60 seviyesinde, “Kılıçdaroğlu’na asla oy vermem” diyenler %66-67 seviyesinde. Diğer adayların hepsinde kendi partileriyle aynı. Meselâ, “Erdoğan’a asla oy vermem” diyenlerin oranı, “AK Parti’ye asla oy vermem” diyenlerin oranıyla aynı. Ya da İmamoğlu’nun sevilmeme oy oranı CHP’nin sevilmeme oranıyla aynı. Ama Kılıçdaroğlu’nun oranı kendi partisinden daha yüksek. Yani daha az popüler CHP’den. Bunun kendisi bir sorun. Bu kadar kritik bir seçimde, kazanmama kaygısını artıran şeylerden birisi.
Ben anketlere o kadar inanmıyorum. Çok fazla kararsız insan var, onlar dağıtılıyor vs.. “Kime oy verirsiniz?” meselesinde birçok anket var; o da ayrı konuşulabilir. Ama yine de bunlar önemli göstergeler ve elimizde de başka bir şey yok aslında.

Ruşen Çakır: Evet, bayağı bir şey konuştuk. Kısaca bir toparlayalım olayı. Koordinasyon sorunlarını olabildiğince pratik ve hızlı bir şekilde çözmeleri durumunda, muhâlefetin seçimi kazanması garanti diyebilir miyiz?
Evren Balta: O kadar garantiyi kimse verebilir mi bilemiyorum.

Ruşen Çakır: Çok daha kolaylaşır diyebilir miyiz?
Evren Balta: Evet, çok daha kolaylaşır tabiî ki.

Ruşen Çakır: Tabiî burada koordinasyon derken, Altılı Masa’nın HDP ile koordinasyonunu da katıyorum.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
21.07.2024 Yeni kutuplaşma konumuz: Sokak hayvanları
16.07.2024 Transatlantik: Trump zaferi garantiledi mi? J.D. Vance nasıl biri? Erdoğan-Esad görüşmesine doğru
14.07.2024 Din yorgunlarının ülkesi: Türkiye
12.07.2024 Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel ile Haftaya Bakış (222): Nagehan Alçı ne yapmak istiyor? Avrupa’da ve Türkiye’de sol, Erdoğan-Esad yakınlaşması olur mu?
10.07.2024 Transatlantik: İngiltere & Fransa seçimleri - İran’da Pezeşkiyan dönemi - NATO’nun 75. yılı
10.07.2024 Mesut Yeğen ile söyleşi: Yerel seçimlerden üç ay sonra CHP’nin tablosu kalıcı mı?
09.07.2024 “Schadenfreude”: Başkalarının acısına sevinmek
07.07.2024 Nagehan Alçı yalnız mıdır, değil midir?
05.07.2024 Burak Bilgehan Özpek ile söyleşi: 31 Mart’tan bu yana neler değişti, neler aynı kaldı?
05.07.2024 Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel ile Haftaya Bakış (221): Sinan Ateş Dâvâsı’ndan öğrendiklerimiz - Demiral’ın “bozkurt” sevinci - Esad ile normalleşme
21.07.2024 Yeni kutuplaşma konumuz: Sokak hayvanları
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
11.02.2016 Hesabên herdu aliyan ên xelet şerê heyî kûrtir dike
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı