Haftaya Bakış (189): Ogün Samast’ın tahliyesi, İYİ Parti’den istifâlar, Erdoğan’ın Almanya ziyâreti

17.11.2023 medyascope.tv

17 Kasım 2023’te medyascope.tv'de yaptığımız Haftaya Bakış’ı yayına Tania Taşçıoğlu Baykal hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Kemal Can’la haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız ve uzun bir aradan sonra stüdyoda birlikteyiz. Hoş geldin Kemal.
Kemal Can: Hoş bulduk.

Ruşen Çakır: Bu hafta çok da fazla bir şey olmadı sanki.
Kemal Can: Bunu hep söylüyorsun, sonra da kıyâmet kopuyor.

Ruşen Çakır: Tabiî en önemli olay, Hrant Dink’i öldüren Ogün Samast’ın 16 yıl sonra tahliye olması, çok acı, çok buruk bir olay olarak kayda geçti. Söylenene göre aslında iki sene önce çıkması gerekiyormuş, ama içeride idârî bir suç işlemiş ve ek cezâ almış. İnsanlar, âilesi, arkadaşları bu tahliyeye tepki gösterdiler; ama açıkçası “sen, ben, bizim oğlan” durumu... Muhâlefetten, CHP dışında –Özgür Özel ilk andan îtibâren Kıbrıs’ta tepki verdi–, HEDEP’ten ve tabiî ki TİP’ten tepki geldi. Ama onların dışındaki partilerden herhangi bir tepki görmedim. İYİ Parti, Gelecek Partisi, DEVA Partisi’nden gelen bir şey gördün mü? İktidâra zâten bakmıyorum. “İnfaz Kanunu’nun genel hükümlerine göre infaz edildi” deyip çıkılıyor. Bir de, “O zaman îdâma evet deyin” diyenler var. Ama bunu söyleyenler de çok iyi biliyor ki îdam cezâsı olsaydı bile Ogün Samast îdam edilmeyecekti. Yani îdam olmadan, ağırlaştırılmış müebbet gibi cezâlar varsa –ki bu, dünya çapında çok yapılan bir tartışma biliyorsun– bunu fazlasıyla hak eden bir olay söz konusu. Zâten iyi bakmışlar cezâevinde, değil mi? Yarın öbür gün, bir yerlerde karşımıza “mûteber vatandaş” olarak çıkabilir.
Hrant’ın öldürüldüğü zaman ben Washington’daydım, orada yaşıyorduk biliyorsun. Ama Türkiye’de birçok şey dönüşmüştü. Hrant’ın öldürülmesi belki de Gezi’nin öncesindeki en büyük olaylardan birisiydi. O zamandan bu zamâna, bakıyorum kayıtsızlık daha fazla hâkim. Kıyâmet kopmadı sonuçta. Koptu mu?
Kemal Can: Kopmadı. Bu kıyâmetin kopmaması meselesi, üstünde konuşmaya değer bir mesele. Çünkü bunu birkaç haftadır başka konularda da hep konuşuyoruz ve başta siyâsetin, ama siyâsetin de daha geniş çerçevesi içerisinde toplumun reaksiyon kasları bir tür felç olmuş durumda. İşin o tarafı çok önemli. Ama Ogün Samast’ın tahliye edilmesi hâdisesi, bir de çok ilginç bir konjonktürün üstüne geldi. Yani yargıyla ilgili çok yoğun tartışmaların olduğu ve kimine göre çifte standart, kimine göre standartsızlık, kimine göre liyâkatsizlik, kimine göre başka bir rejim ihdâsı gibi çeşitli şekillerde yorumlanabilir; bu tanımların çoğu da çeşitli cephelerden doğruluk taşıyor. Ogün Samast’ın tahliyesi böyle bir gündemin üstüne geldi. Senin söylediğin gibi, îdam cezâsı olsa kimi asarlar? Hapis cezâsı olduğunda kimi yatırıyorlar? İnfaz düzeni ya da cezâ yasası herkes için geçerli mi? Hattâ Anayasa kime nasıl uygulanıyor? Kim için nasıl yorumlanıyor? Hangi kurumun karârı, hangi tâlîmâtın sonucu olarak geçerli hâle geliyor?
Bütün bunların konuşulduğu bir zeminde normal bir prosedür hâlinde gelişmiş ve zamânı geldiği için tahliye edilmiş birinden bahsetmiyoruz. Bence çok rastlantısal bir şey de değil bu hâdisenin buraya denk gelmesi. Onu böyle bir mâzeret gibi sunarak, “Zâten aslında 2 yıl önce yapılması gerekiyordu. Üstümüze fazla gelmeyin” diye açıklama yaptı Ceza Tevkifevleri Genel Müdürlüğü. Ama o prosedürün neden öyle geciktiği ve bu zamanlamanın neden böyle işlediği ayrı tartışma konusu. Artık yargı söz konusu olduğunda, mahkemelerin kararları söz konusu olduğunda, insanlara verilen cezâlar söz konusu olduğunda, normal prosedürlerin, yasanın, anayasanın, infaz hükümlerinin bir zemini yok.

Ruşen Çakır: Biraz önce RTÜK’ün verdiği cezâlara baktık: hep bildiklerimiz: Fox TV, KRT, Halk TV, Tele1…
Kemal Can: Mesela KRT’ye, “Eleştiri sınırlarını aşan yorumlar nedeniyle” para cezâsı verilmiş. Eleştiri sınırlarının aşıldığına kim karar veriyor? Eleştiri sınırlarını kim belirliyor ve bunlar kim için uygulanıyor? Daha önce bir sürü dâvâda da hep konuştuk ya; artık bu ülkede bu dâvâlar hukukî değil; dolayısıyla hukukî zeminini konuşmanın bir anlamı yok. Bunların hepsi siyâsî. Ogün Samast’ın yakalandığı anda çekilen fotoğrafından îtibâren, o cinâyetin kendisiyle başlayan bütün süreç, zâten siyâsî bir süreçti. Dolayısıyla yok infaz yasasıydı, öyle denk gelmiş filan… bunların bir mânâsı da yok.
Ayrıca Hrant Dink meselesinde daha önemli bir şey var: Hani sanki bütün fâiller ortaya çıkartılmış, bütün arka planı açıklığa kavuşturulmuş ve verilen hükümler uygulanmış gibi bir tablo yok. Hâlâ son derece karanlıkta bırakılmış tarafları olan ve soruşturması tamamlanmamış, hattâ özellikle Dink Âilesi’nin ve Hrant Dink Vakfı’nın, serbest bırakılan Ogün Samast’la ilgili, örgüt bağlantısı dolayısıyla ve başka suçlarla da ilgili yargılanması gerektiği konusunda yaptıkları birtakım başvuruları var. Bunların hiçbiri yapılmamışken bu oluyor ve böyle bir tablo ortaya çıkıyor.
Şimdi gelelim bu sessizlik ve suskunluk meselesine. Orası bence çok kritik. Sen de biraz önce örneğini verdin: Hrant vurulduğunda, cenâzesi Gezi’den önceki en yüksek kitlesel îtiraz eylemlerinden biriydi. Ondan daha önce, bugün yine çok güncel bir mesele olan Gazze hâdisesi dolayısıyla Körfez Savaşı sırasında yine çok kitlesel eylemler olmuştu; barış eylemleri yapılmıştı bu ülkede ve pek çok kesimin birlikte katıldığı eylemler olmuştu. Meclis’te tezkere reddedildiğinde, iktidârın milletvekillerinin önemli bir kısmı bunu büyük bir gurur vesîlesi olarak ortaya koymuşlardı. Dolayısıyla, “Bu memleket birtakım konularda duyarsızdır, umûrunda da değildir; ilgilenmez, demokrasiyi de takmaz” gibi birtakım yorumlar yapılıyor ya? Bundan çok daha önceki yıllarda, iletişim imkânlarının ve birlikte davranma olanaklarının daha sınırlı olduğu zamanlarda, çok daha başka reaksiyonlar verilebilen bir toplumsal vasat varken bugün buraya gelinmişse, bu ülkenin sosyolojisi ve zâten geçerli olan o sosyolojinin birtakım kurallarından bahsedemeyiz; değişen bir şeyden bahsetmemiz gerekiyor. Bu değişen şey de siyâsî bir mesele. Ama siyâsî mesele, iktidârın toplumun üzerinde yarattığı baskı ve onu caydırmasından ibâret değil. Bu toplumun kendisinin siyâsetle kurduğu ilişkinin bozulmasında iktidârın payı var. Bu sâdece Türkiye’nin meselesi değil, bütün dünyada benzer bir tablo görüyoruz. Siyâsetle ilişkide bir bozulma var. Ama bu ülkede, “Zâten bunlar çok önemli meseleler değil. Bu millet asıl olarak cebine bakar. Ekonomi konuşmak lâzım, başka da bir şey konuşmamak lâzım. Demokrasi filan… bunlar hayalperest işler…”

Ruşen Çakır: Ekonomi dedin de, dün sosyal medyada paylaştığım, benim 17 liraya içtiğim çaya da bayağı etkileşim geldi.
Kemal Can: Evet. Dolayısıyla bu meseleyi, “Ne değişti de bu oldu ve ne çalışmadığı için…?” Evet, siyâsîlere suç bulabiliriz; ana muhâlefet partisinden diğer muhâlefet partilerine kadar, toplumu bu konuda harekete geçirecek dinamiklerle ilişkilerini zayıflattıkları için, o konuda yeterince beceri göstermedikleri için suç buluyoruz. Ama bu, epey önceden başlayan toplumun zihnî kırılmasıyla ilgili bir şey bence. Bu toplum, birçok meselenin, şimdi yargı meselelerinin… Bunu daha önce, Anayasa Mahkemesi’nin Can Atalay meselesinde, daha da öncesinde Gezi meselesinde veya ifâde özgürlüğü, basın özgürlüğü meselelerinde konuştuk. Herkesin, doğrudan kendisinin de bir problemi olarak, özgürlük, demokrasi, hak meselelerini aslında kimseye emânet ederek, “Benim adıma vekâlet vererek savunmasını isteyeceğim” değil, bizzat sonuna kadar kendi sâhip olması gereken ve onun mücâdelesini vermesi gereken bir şey olarak önüne koyduğu yeni bir zemini yaratmak lâzım. Bu olmadıkça, o zaman, “Bu ülkede zâten bu işler boş işler, üç beş ideolojik hayalperestin işi” diye bahâneler uydururuz. Ve realist olduğumuzu iddia ederek, aslında bozulmuş bir şeyi bir hakîkat olarak kabul edip, onun asla değişmez olduğuna inanıp, bunu normalleştiririz. Yaşadığımız şey bu. Ogün Samast bırakılırken böyle, Anayasa Mahkemesi ilga edilirken böyle, Osman Kavala hapse atılırken böyle…

Ruşen Çakır: Neyse, sınırları zorlamayalım...
Kemal Can: Tamam, zorlamayalım.

Ruşen Çakır: Şimdi “müstakil” siyâsetimizin önde gelen partisi İYİ Parti’ye gelelim. İYİ Parti’den yine bir istifâ geldi. Ankara 2. Bölge, galiba birinci sıradan bir milletvekili. Daha önce Eskişehir birinci sıradan bir milletvekili istifâ etmişti. Şimdi Ankara 2. Bölge, birinci sıradan bir istifâ daha.  Daha seçim olalı 6 ay oldu. Bu nasıl bir şeydir? Tabiî sâdece onlar istifâ etmiyor. Meselâ Merkez Bankası eski başkanı Durmuş Yılmaz, İYİ Parti Genel İdare Kurulu Üyesi Bahadır Erdem de istifâ etti. Bahadır Erdem, pazartesi günü burada olacak, onunla da bir yayın yapacağız. Teşkîlâtlardan da bayağı istifâ varmış. Daha önce istifâ eden bir milletvekili…. “İstifa” derken, hep “istifâde” diyeceğim geliyor. Çünkü o milletvekili İYİ Parti’den istifâ edip AKP’ye geçti. Muhtemelen bu da öyle olacak. Melih Gökçek’e yakın bir isimmiş. Bu kadar iddialı çıkan bir partinin, en önemli yerlere böyle yarını meçhul olan insanlar koyması bir acâyip.
Şimdi yine bir kamp yapıyorlarmış ve müstakil siyâsetin yol haritasını konuşacaklarmış; ama bu istifâların devamı gelecek gibi görünüyor. Ümit Dikbayır olayı var orada, biliyorsun. Bayağı ciddî iddialar var kendisiyle ilgili. Ümit Dikbayır kendisiyle ilgili suçlamaların araştırılması için İYİ Parti TBMM Grubu’na ve Disiplin Kurulu’na dilekçe verdi. Bir de, İYİ Parti İstanbul ve Ankara’da, özellikle Ankara'da gerçekten aday çıkarırsa, bu sefer iyice kopacak. Çünkü Mansur Yavaş’la bayağı organik ilişki içerisinde olan çok milletvekili, yönetici olduğu da söyleniyor. Bâzı şeyler tekrar gibi olacak, ama İYİ Parti gerçekten serseri mayın gibi; nereye gittiği belli değil, nerede durduğu belli değil. İYİ Parti için, milliyetçi bir parti olarak tanımlamanın dışında fazla bir şey söyleyemiyoruz.
Bir diğer husus da, CHP’nin yeni yönetiminin yerel seçimlerle ilgili olarak hâlâ İYİ Parti’yi yoklama derdinde olması. Buna çok gerek var mı açıkçası çok emin değilim. Çünkü İYİ Parti İstanbul’da, Ankara’da ne kadar güçlü bir aday çıkartırsa çıkartsın, İYİ Parti seçmeni Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş varken o adaya oy verir mi? Daha doğrusu ne kadarı oy verir? Ben çok şüpheliyim. Milletvekili seçimi olsa anlarım. Ama özellikle Ankara’da, yani Mansur Yavaş İYİ Parti adayı olsa, kimse “Ne alâkası var?” demeyecek. Hattâ CHP’den çok oraya daha uygun birisi. Yerel seçimdeki o bağımsız girme stratejisini, müstakil siyâsetin yol haritasının ilk ciddî etabı olarak sunuyorlar. Bu, İYİ Parti için işleri iyice içinden çıkılmaz bir hâle de getirebilir. Gireceksin seçime, her yerde aday çıkaracaksın, ama sonra bir tâne bile belediyeyi alamayacaksın — ki geçen sefer de ittifâka rağmen alamadılar biliyorsun. İYİ Parti bir tek ilin belediyesini bile kazanamazsa yoluna nasıl devam edecek? Bir sonraki seçim dört yıl sonra, değil mi? Bayağı zor. Geçen gün “İYİ Parti nereye gidiyor?” https://medyascope.tv/2023/11/15/rusen-cakir-yorumladi-iyi-parti-nereye-gidiyor/ başlığıyla bir yayın yaptım. Hakîkaten bu “Nereye gidiyor?” sorusu bence çok anlamlı. Aslında bir yere gittiği de yok. Zâten en önemli sorun da sanki o: Herhangi bir yoldan gidiyor gibi göremiyorum. Hattâ şunu da söyleyeyim: Yaptığım o yayına gelen izleyici tepkilerinin birçoğunda, “Ne halleri varsa görsünler” gibi bir yaklaşım var. İnsanların İYİ Parti’ye ilgisi de artık iyice aşınmış durumda. Tabiî çok angaje partililer vardır, o ayrı.
Bu son seçimi hep berâber kaybettiler; ama CHP iyi kötü bir kurultay yaptı ve lider yeniledi. Hani toparlanma gibi bir hal var orada. İYİ Parti hemen yapmıştı kongresini; ama hiçbir şey değişmedi. Oktay Vural dışında hiçbir şey değişmedi. Yenilginin ağırlığı çok ciddî bir şekilde üzerine çöküyor sanki.
Kemal Can: Bu “müstakil siyâset” için fabrika ayarlarına dönmekten bahsedildi; ama zâten İYİ Parti’nin problemi fabrika ayarlarındaydı. Dolayısıyla fabrika ayarlarına dönerek çözeceği bir şey yok. Çünkü fabrika ayarları baştan îtibâren problemliydi. İki türlü problemliydi. Birincisi, İYİ Parti'nin nasıl ortaya çıktığını biliyoruz; İYİ Parti, bağımsız, kendi çizgisi olan bir kadronun ve bir ideolojik hattın ya da bir siyâsî programın partisi olarak örgütlenmedi. MHP’deki muhâlefet hareketinin partiden uzaklaştırılmaları sonrasında mecbûren oluşmuş bir partiydi. Ondan sonraki süreç ise özellikle Akşener’in çok temel strateji olarak belirlediği “imkân partisi” olma özelliğiydi. “İmkân partisi” olma özelliği de şuydu: Bir muhâlefet ittifâkı kurulacaksa, önemli bir bloku tutabilecek, MHP’nin tutamadığı, iktidarla ortaklaştığı için rahatsız olan, ağırlıkla kıyılarda ve kentlerdeki daha seküler milliyetçi bir taban, bir de herkesin ne hikmetse büyük kerâmet beklediği yeniden toparlanacak bir merkez sağı getirme imkânını, hem muhâlefete hem seçmene hem o partiye katılanlara çeşitli formülasyonların içerisinde elverişli imkânlar yaratabilen bir aktör olarak kendini sundu. Bunun netîcesi olarak da, bir yol, bir siyâsî program, bir ideolojik hat, hattâ bir kadro kurdu. Kadrodan kastettiğim şu: Tabiî ki bir kadro kurdu; ama birbirine benzeyen, benzer bir dili konuşan, aynı şeyi söyleyen bir kadro değildi bu. Senelerce de bunu gördük. Çok genç bir parti olmasına rağmen, beş senede zaman zaman partinin yöneticisi, sözcüsü olmuş isimlerin istifâ ederek başka parti kurmaya, başka çizgilerin insanı olduğu iddialarını ileri sürmelerine neden olan bir zemin yarattı.
Son seçimden sonra, bu müstakil siyâset üzerinde, bu sefer, en önemli argümanını, o “İmkân nedir?” argümanını kaybetmiş olarak yola devam etmek zorunda. Hatırlarsan, eskiden, “Erdoğan MHP’nin yerine İYİ Parti’yi ikame etmek istiyor” tezleri vardı. Akşener önemli ölçüde bunlara îtiraz ediyordu, ama onun en azından aritmetik bir anlamı vardı. Şimdi yok.

Ruşen Çakır: Bir de teker teker alıyor.
Kemal Can: Daha merkeze yaklaşmak gibi politik bir anlamı da vardı. İYİ Parti, milliyetçiliği ister muhâlefete ister iktidâra taşıma anlamında daha yüksek bir imkân önermiyor. Kendi kitlesine bunu önermiyor ve imkândan başka, yani “Ben çok kullanışlı ve çok elverişli bir partnerim” diyerek kimseyi cezbetme şansına sâhip değil. Tam tersine, önceki partnerlerinin hepsiyle kavgalaşarak ilerlemeye çalışıyor; hep bir îzâhat içerisinde. Şimdi bütün bunların içerisinden, ideolojik yörüngesi belirsiz, siyâsî programı netleşmemiş, kadrosu oturmamış, hattâ şimdi bu istifâlarla birlikte yeniden biçimlenen…

Ruşen Çakır: Bir de çok ciddî bir liderlik sorunu var.
Kemal Can: Ama bu liderlik, böyle davrandığı için liderliğini sürdürmüş bir liderin pozisyonuydu. Bütün bu imkânları bir arada tutmanın şeyi belirsizlikle paketleniyordu. Yani her şeye uygun bir imkân partisi. Şimdi bunların hepsi birer birer elden gidiyor. Dolayısıyla şimdi döneceği bir fabrika ayarı var mı çok emin değilim.

Ruşen Çakır: Peki, son olarak, Erdoğan’ın Almanya ziyâretini konuşalım. Ben geçen hafta Avrupa Birliği’nin Türkiye’deki büyükelçiliğinin düzenlediği bir organizasyona katılmak için Brüksel’e gittim, biliyorsun. Bununla ilgili de bir yayın https://medyascope.tv/2023/11/11/bruksel-izlenimleri-avrupa-birligi-turkiye-icin-hayal-bile-olmaktan-cikiyor/ yaptım sonrasında. Türkiye’den farklı kulvarlardan çok sayıda gazeteci vardı. Oradaki temaslarımızda, iktidâra yakın gazeteciler, Avrupalı bürokratlar ve siyâsetçilerle hep Filistin ve Gazze meselesini, onun üzerinden de Hamas’ı konuşmak istediler.
Alman Şansölyesi Olaf Scholz, Erdoğan Almanya’ya gitmeden önce, Erdoğan’ın İsrail’e yönelik söylemlerini çok sert bir şekilde eleştirdi. Bence bunu bilerek, yani bir çizgi çekmek için, Erdoğan gelmeden önce yaptı. Bir kere olayın Hamas boyutu olacak. Almanya’da çok net bir duruş var. Hamas yanlısı gösteri yasak, şu yasak bu yasak. Bir de, dün Millî Savunma Bakanı’nın, Almanya’dan 40 adet Eurofighter savaş uçağı almayı planladıkları açıklaması var. Ben şu âna kadar bunu duymamıştım. Yani öyle bir uçağın varlığını biliyorum da, Türkiye’nin böyle bir arzusu olduğunu duymamıştım. Ama bu açıklamanın öncesinde, Bloomberg’de, Türkiye’nin Eurofighter savaş uçağı alımını Almanya’nın engelleyeceğiyle ilgili bir haber çıktı. Eurofighter, Almanya, İngiltere, İtalya ve İspanya tarafından ortaklaşa geliştirilen ve kullanılan bir uçak. Millî Savunma Bakanı, diğer ülkelerin “Evet” dediğini, onların Almanya’yı iknâ etmek için çalışacaklarını açıklamıştı. Bu işin bir de böyle bir gerginlik boyutu var.
Erdoğan’ın, yarın Berlin Olimpiyat Stadyumu’nda oynanacak Türkiye-Almanya hazırlık maçını izlemesi öngörülüyordu. Erdoğan’ın gitmeyeceği netleşti. Aslında her iki taraf da gitmiyormuş. Bir de, Erdoğan’ın her Avrupa’ya gidişinde malûm mesele var: Oradaki Erdoğan taraftarlarının ne yapacağı, destek gösterileri meselesi... İşin bir de böyle bir boyutu var.
Almanya, Fransa ile birlikte hâlâ Avrupa Birliği’nin en önemli ülkesi. Türkiye’nin çok yoğun bir ilişkisi var. Zâten orada yaşayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları işin bir yanı. Ekonomik olarak çok ciddî ilişkiler var. Şimdi bir ziyâret oluyor, ama ziyâret daha başlar başlamaz gerginlik üzerinden konuşuluyor. Erdoğan söz konusu olduğunda, “Bunca gerginlik varken acaba bu ziyâret iptal mi olur?” sorusu artık geçerli değil herhalde. Tam tersine, Erdoğan, öncesinde gerginlik yaşanan ziyâretleri sanki tercih ediyor gibi. Bakalım nasıl olacak? İllâki birtakım fotoğraflar çıkacak. En üst düzeyde olağanüstü güvenlik önlemleri alınıyormuş. Sonuçta, “Türkiye sorunlu ve zor bir ortak, ama vazgeçilmez” diye yorumlanıyor.
Kemal Can: Evet. Zâten Erdoğan’ın dış politikada mutlaka masada vereceği –o “vereceği” kısmını genellikle fazla bilmiyoruz– ama almak istediğiyle ilgili bir şeyle masalara oturduğunu biliyoruz. Doğrudan kendisiyle ilgili olsun olmasın, her türlü gerilim alanına böyle yaklaşarak gidiyor. Bu dediğin tansiyonun artması da aslında hep “işine yarıyor”. Şöyle bir şey yani: Alman Şansölyesi bir şeyler söylüyor. Erdoğan’ın cevap verebileceği, kendi taraftarlarını kızdırabilecek bir şey söylüyor. Ama hemen peşine, onu dengeleyebilecek biçimde, “Tamam, Erdoğan sorunlu, ama Türkiye vazgeçilmez bir müttefik” deniyor. İşte bu sihirli bir hikâye. Çünkü bu paket için gerilim de lâzım ve o final cümlesinin de bu gerilim paketinin içerisinde kalıyor olması lâzım.
Üçüncü bir nokta da, pazarlık edilen, alınacak verilecek bir şeyin olması lâzım. Bu paket sâyesinde: 1) bütün taraftarları nezdinde, dünyaya kafa tutan, sonunda hepsinin de onun bu kafa tutmasını dikkate almak zorunda olduğu, hesâba katmak zorunda olduğu bir pozisyon ediniyor; 2) muhâtaplarıyla mutlaka, “Evet, onunla gerilimimiz olabilir, ama meselelerimizi çözmek zorundayız ve ondan vazgeçemeyiz” fikrini tekrar ettiren ve onları bu fikirle masada tutan biri olmaya devam ediyor; 3) çoğu zaman, küçük ama katmadeğeri yüksek ya da siyâsî olarak pazarlanabilirliği yüksek birtakım şeyler alabiliyor. Bu bâzen uçak oluyor, bâzen açık bir kredi desteği oluyor, bâzen –çokça gördüğümüz gibi– sıkıştığı anlarda üzerine fazla gelinmemesi oluyor.

Ruşen Çakır: Zâten o üzerine fazla gelinmemesi meselesi Brüksel’de çok karşımıza çıktı. Genellikle şöyle bir şey var: Türkiye hakkında şikâyetler sıralanıyor ve… o kadar.
Kemal Can: Ama zâten Erdoğan, “Tamam, bütün sorunlar bitsin, canciğer kuzu sarması olalım” diye bir şey istemiyor. Bu hiç işe yarayan bir şey değil; ne pazarlık masası için işe yarayan bir şey, ne siyâsî olarak işe yarayan bir şey. Gerilim olmalı, hattâ problemler işâret edilmeli, ama bir noktada, “eleştiri sınırlarını aşmayan” bir sınırda olmalı.

Ruşen Çakır: Öyle diyorsun da, geçen pazartesi günü burada Bahadır Kaleağası ile Türkiye-AB ilişkileri ile üzerine bir yayın https://medyascope.tv/2023/11/13/rusen-cakirin-konugu-bahadir-kaleagasi-avrupa-nasil-donusuyor-turkiye-nerede-duruyor/ yaptım. O, çok önemli bir şey söyledi. Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerin en parlak olduğu dönemler, yani tam üyelik müzâkereleri başladıktan sonra, Türkiye ekonomisinin durumu ve doğrudan yabancı sermâye akışında acayip bir ivme yakalanmış. Biz son dönemde gerginlik üzerinden dış politika ilişkisine alıştık ama, Türkiye, gerginlik olmadığı zaman bütün ülkenin yararlanabileceği bir şey de yaşayabiliyor. “Hiç böyle bir şey yaşamadık” denecek bir durum yok; yaşanmıştı. Pekâlâ aslında “kazan-kazan” da olabiliyor. Ülke yöneticileri karşılıklı kazanıyor olabilir burada; ama Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının kazandığı çok fazla bir şey yok. Onların kazanmasının yolu, ilişkilerin normalleşmesinden, yani gerginlik olmamasından geçiyor. Ama artık o fedâ edildi, bitti gitti. 
Kemal Can: O dönemde pozitif verileri önümüze koyup, “Şimdi aynı şey yapılınca yine aynı sonuç alınır” tezi zaman zaman muhâlefet tarafından da iktidâra karşı kullanıldı Türkiye’de. Ama bu çok doğru bir kıyaslama değil. Çünkü aynı koşullara dönüldüğünde, aynı imkânlar söz konusu olmayacak. Dolayısıyla, burada da bunun siyâsî hesaplarını yapanlar, onu yapmanın kaybettireceğiyle onun getireceği arasındaki şeyi düşünerek yapıyorlar. Çünkü o zaman AKP iktidârının sattığı şey, senin söylediğin gibi, Türkiye’nin refâhını artıran ve herkesin paylaştığı şeylerdi. Şimdi siyâsî olarak satılan şey bu değil. Burada herkese daha fazlasını sağlamak ya da memnûniyeti büyütmek söz konusu değil; yüksek bir memnûniyetin karşısında yer alanların daralmış hayâtını zorlaştırmak üzerine kurgulanmış ve kutuplaştırma siyâsetinin temel mantığı içerisinde de, herkesin memnun kalacağı, herkesin tatmin olacağı bir siyâset satılmıyor. Bu çok açık. Dolayısıyla Avrupa’yla ilişkilerin şu anda böyle gitmemesi belki Türkiye’nin çok lehine değil, ama siyâsî olarak pek çok açıdan iki tarafın da işine geliyor.

Ruşen Çakır: Son olarak Metin Uca’ya vedâ edelim. Sen daha iyi tanıyorsun. Ben de tanıyordum, ama sen çok eskiden tanıyorsun. Aynı yıllarda başladınız gazeteciliğe, değil mi?
Kemal Can: Evet, gazetecilikten tanıyorum zâten, Ankara’dan. Metin Uca o zamanlar muhâbirdi. Televizyon ve sektörün başka alanlarına da genişleyen faaliyeti oldu; ama ilk tanışmamız gazetecilik. Yani normal alan çalışmasında sık rastladığım, karşılaştığım, aynı yıllarda Ankara'da gazetecilik yaptığım, tanıdığım, tanıştığım insanlardan biriydi. Çok erken ve çok talihsiz biçimde…

Ruşen Çakır: Evet, tanıyan herkesin üzerinde müşterek olduğu konu Metin Uca’nın kibarlığı. Kibar olmak hep yumuşaklık olarak algılanır; ama benim bildiğim Metin Uca, ilkeleri, hedefleri olan ve oradan çok da tâviz vermeyen, başarılı biri. Tabiî benden daha iyi tanıyanlar da vardır. Son dönemlerde daha çok sunuculuk ve stand up yaptı. Çok yakından tâkip etme imkânım olmadı; ama bildiğim kadarıyla da bayağı popüler bir isimdi. Öyle kenarda köşede kalmış, unutulmuş birisi değil. Çok hayranı olan, izleyicisi ve tâkipçisi olan birisi. Çok erken bir kayıp. Senden biraz daha büyük, benden de bir yaş büyük. Allah rahmet eylesin diyelim. Artık böyle teker teker azalıyoruz. Metin Uca’ya tekrar rahmet ve sevenlerine başsağlığı diliyoruz.
Evet, “Haftaya Bakış”ı burada noktalıyoruz. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler.
Kemal Can: İyi günler. 



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
21.07.2024 Yeni kutuplaşma konumuz: Sokak hayvanları
16.07.2024 Transatlantik: Trump zaferi garantiledi mi? J.D. Vance nasıl biri? Erdoğan-Esad görüşmesine doğru
14.07.2024 Din yorgunlarının ülkesi: Türkiye
12.07.2024 Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel ile Haftaya Bakış (222): Nagehan Alçı ne yapmak istiyor? Avrupa’da ve Türkiye’de sol, Erdoğan-Esad yakınlaşması olur mu?
10.07.2024 Transatlantik: İngiltere & Fransa seçimleri - İran’da Pezeşkiyan dönemi - NATO’nun 75. yılı
10.07.2024 Mesut Yeğen ile söyleşi: Yerel seçimlerden üç ay sonra CHP’nin tablosu kalıcı mı?
09.07.2024 “Schadenfreude”: Başkalarının acısına sevinmek
07.07.2024 Nagehan Alçı yalnız mıdır, değil midir?
05.07.2024 Burak Bilgehan Özpek ile söyleşi: 31 Mart’tan bu yana neler değişti, neler aynı kaldı?
05.07.2024 Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel ile Haftaya Bakış (221): Sinan Ateş Dâvâsı’ndan öğrendiklerimiz - Demiral’ın “bozkurt” sevinci - Esad ile normalleşme
21.07.2024 Yeni kutuplaşma konumuz: Sokak hayvanları
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
11.02.2016 Hesabên herdu aliyan ên xelet şerê heyî kûrtir dike
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı